16 Aralık 2010 Perşembe

Endülüs'de Raks deyince illa ki Sevilla...

Çok ihmal ettim burayı.. Halbuki daha sırada bekleyen bir dolu kayıt var..

Madrid sonrası yönümü güneye; dansı, şarabı, eğlenceyi seven sıcacık insanları, arap ve çingenelerin güzelliğini almış kızları, insanın ruhunu dinlendiren çiçekli avluları...



... daracık gölgeli sokakları, portakal kokulu meydanları, süslü evleriyle güneşin en sevdiği topraklara, yani büyülü Endülüs'e çeviriyorum...

Ulaşım:
Madrid Atocha Tren İstasyonu'ndan Endülüs'ün başkenti Sevilla'ya ya da bölgenin turizm ile öne çıkan bir diğer önemli şehri Málaga'ya, AVE yani hızlı tren kalkıyor. AVE, her iki şehre de arabayla beş saatlik yolu iki saate indiriyor. Endülüs'e Barcelona'dan da AVE ile gitmek mümkün. Ancak mesafe daha uzun, biraz daha pahalı olacaktır. Zaman sınırlamanız yoksa, beklemelerle 3-4 saatinize mal olacak bir diğer opsiyon da uçak ile gitmek. Son ana bırakmadığınız sürece AVE'den daha uygun fiyatlara uçak bileti bulabilirsiniz. Benim uçak biletleri için daima başvurduğum, tüm uçuşları fiyatlarıyla görebileceğiniz web sitesi www.terminala.com. Online bilet alırken elektronik bilet olmasına dikkat etmek gerekiyor.

Güneyde, yani Endülüs'de görülmesi gereken başlıca yerler İspanya'nın güney sahilleri boyunca dizilmiş Cádiz, Málaga, Granada ve iç kesimdeki Sevilla ve Córdoba..



Endülüs şehirlerinin sakinleri arasında bir rekabettir gider.. Hele ki Sevilla ve Cádiz arasında kıran kıranadır bu rekabet.. Her biri kendi şehrinin diğerinden daha üstün olduğunu iddia eder... Mizah duyguları son derece gelişmiş, hayatı en kolay ve keyifli yoldan yaşama sanatında usta Cadizliler, nasıl olduysa Endülüs'e başkent seçilip tüm fonlar sular seller gibi dökülerek kalkındırılan Sevilla'nın halkını gereksiz ukalalıkla itham eder...

Onlar didişedursun, benim fikrimi soracak olursanız :), gördüğüm yerler arasında Endülüs'ün asıl incisi, bu rekabete pek dahil edilmeyen Granada... Tabii bir de çiçekli avluları, İspanya'nın en güzel kızlarını çıkarması ve bir de camiisiyle ünlü, benim henüz görme şerefine erişemediğim dillere destan Córdoba var ki, onun da aşağı kalır yanı yokmuş pek..

Ama madem konumuz Sevilla, eğri oturup doğru konuşalım... Sevilla Endülüs'ün başkenti olduysa bunun illa ki bir sebebi var.. Flamenko deyince akla fırfırlı etekleriyle ilk Sevilla gelir..


Yahya Kemal Beyatlı'ya "Endülüs'de Raks" diye oturup diller döktüren ziller, şallar ve güllerin kalbi işte tam burada atar.



Hayat ilkesi "yaşamak için çalışmak" olan İspanyolların bu görüşlerine en yakışan kutlamalarına; ünlü "Feria de Sevilla" ya da diğer adıyla "Feria de Abril"'e (Nisan Bayramı) ev sahipliği yapar burası. Kutlamalar Nisan ayı boyunca devam eder... İşler gün ortasına kadar ite kaka yürür, sonra herkes kendisini sokaklara atar... Şarap gerçekten su gibi akar, müzik, dans, eğlence, kahkahalar hiç durmaz bir ay boyunca.. Her biri adeta doğuştan dansçı Sevillalı kadınların fırfırlı elbiselerinden ve yelpazelerinden oluşan bir renk cümbüşüne sahne olur şehrin sokakları.


Özellikle de kutlamaların yapıldığı semt olan, şehrin güneyindeki "El Barrio de Los Remedios"...



İspanya sınırları içinde başka hiçbir yer Flamenko'nun hakkını böylesine veremez.. Eh işte... bence bu bile yeterli bir sebep Flamenko diyarı Endülüs'ün başını çekmek için.. Öyle değil mi?

Uzun Madrid geceleri

Gündüz gezmelerini bitirdik, sıra geldi geceye.. İşte ben İspanyolların en çok bu yönlerini seviyorum! Biz Türklerin aksine, onlar çalışmak için yaşamıyor, yaşamak için çalışıyor... Bazılarınızın "tuzları kuru tabii" dediğini duyar gibiyim.. İspanyolların da bundan 50 sene önce bizimle hemen hemen aynı sosyal ve ekonomik durumda olduğunu ancak bu yaşam tarzlarının yüzyıllara dayandığını hatırlatmak isterim.. İspanyollar fırsat buldukça kendilerini eş-dostla dışarıya atar, hatta bu fırsat bulma olayını cümleten biraz abartarak gece hayatını perşembeden pazara haftanın dört gününe yayarlar. Birisinin doğumgünü olur, öbürü işe başlar hoşgeldin denir, diğeri işten çıkar veda edilir, bir diğeri evlenecektir, öbürü yeni boşanmıştır moral gerekir... yani onlar için dışarıya çıkmak için gerekçeden bol birşey yoktur.

Eğlencede sınır tanımayan İspanyollara ayak uydurmak isterken, antremansız bir Türk olmanın eziyetini çok çektim. İş arkadaşları ile rutine oturan gece çıkmaları sabah yedilere kadar bitmek bilmeyip, birkaç kez ertesi gün eve uğramadan hep beraber direk ofise gitmek durumunda kalınca benim metabolizmam fena sarsıldı.. Sonrasında bir Türk'e yakışır sınırları çiziverdim kendime ve balkabağına dönüşmeden evime döner oldum..

Geceyi sabaha karşı bir pastane ya da kafeteryada sonlandırmanın dışında, yine İspanyollara özgü olup benim hiç anlam veremediğim bir diğer gereksiz alışkanlıkları ise, tek bir yere sabitlenmeyerek gece boyunca o bar senin bu bar benim dolaşmalarıdır. Sen güzel bir yer bulmuş olmanın keyfiyle dans, muhabbet edip tam yayılmaya başlamışken, bir bakarsın arkadaşların giyinmiş kuşanmış diğer barın yolunu tutmuş bile.. Gece boyunca en az üç bar gezmezlerse eksik kalırlar...

Lafı daha fazla uzatmadan Madridliler geceleri nereleri tercih eder görelim:

Calle Huertas (Huertas Caddesi) ve devamındaki Plaza de Santa Ana (Santa Ana Meydanı):
Calle Huertas'a metroyla Sevilla, Antón Martín ya da Sol duraklarından rahatça ulaşabilirsiniz. Huertas'ı izleyerek, Sol Meydanı'ndan Santa Ana Meydanı'na çıkıncaya kadar ortalık cıvıl cıvıldır. Huertas Caddesi'ndeki en iyi iki tapas bar, kendi imalatları olan birayla tapaslar sunan "Viva Madrid"...



Ve merkezdeki en eski tapas bar olan "Magister". Her ikisi de Santa Ana Meydanı'na çıkmadan hemen önce. Magister Calle Principe'de, Viva Madrid ise bunun hemen karşısındaki küçük yolun içinde. Bu bölgede adet, yukarıda da söylediğim gibi bir bardan bir bara gezmektir..

Geceye Huertas Caddesi boyunca sağlı sollu uzanan tapas barlarda birşeyler atıştırarak başlayabilir ya da direk Santa Ana Meydanı'ndaki birahanelere giderek genelde kendi imalatları olan biraları tadabilirsiniz..



Santa Ana Meydanı, 6 numaradaki "Cervecería Alemana"'yı (Alman Birahanesi) tavsiye ediyorum.



Burası Madrid'in ilk yabancı birahanelerinden, 1904'den bu yana hizmet veriyor. Zamanında Hemingway, Franc Sinatra ve Ava Gardner gibi ünlüleri konuk etmiş.. Barda hala bazı salatalar ve sosisler gibi tipik Alman lezzetleri sunulsa da, zaman içinde oldukça İspanyollaşmış ve bugün İspanyol tapasları ve özellikle de patatesli omleti (tortilla de patatas) ve tavuklu (croquetas con pollo), peynirli (croquetas con queso) veya domuz jambonlusunu (croquetas con jamón) deneyebileceğiniz ev yapımı kroketleri (croquetas caseras) ile meşhur. Salı günleri kapalı olduğunu hatırlatırım.



Denemek isteyenler için deniz mahsülleri deyince akla ilk gelen, İspanya'nın Galicia bölgesinden lezzetler sunan "O’Cacho do José" ise hemen bitişiğinde 5 numarada ve hergün açık. Doğrusunu isteseniz menüsü diğer barlardan çok farklı değil, yani Galicia mutfağına çok da sadık değil... ama yine de "pulpo a la feira" (ahtapot) denemek için girmeye değer...



Biraz değişiklik isteyenler içinse, Madrid'in birkaç Küba barından birisi "La Colonial de Huertas", Huertas 66 numarada.. Antón Martín metrosundan kolayca ulaşılabiliyor. Açık olduğu saatler Cuma-Cumartesi 12:00-03:00, diğer günler 12:00-02:00 arası. Mutfağı çok güçlü değil ancak gece 12'den sonra burada "Mojito" ve "Caipirinha" içmek için uğrayabilirsiniz. Ama illaki Cuba yemeği istiyorsanız, Sol Meydanı'nın orada Espoz y Mina ile Cádiz Caddesi'nin kesiştiği yerde "La Negra Tomasa" isimli Küba restoranına gidip...



Burada kendinize "Ropa Vieja" (Domates sosunda pişmiş lime lime dana eti), "Arroz Blanco" (Sade pirinç pilavı), "Lechon Asado" (Fırında süt domuzu), "Tostones" (Muz kızartması), "Camarones Enchilados" (Acılı karides) ya da "Frijoles Negros" (Siyah fasülye) isteyebilirsiniz. Kişi başı fiyat yaklaşık 15€ olacaktır.

Gecenin ilerleyen saatlerinde daha bar tadında bir yer isterseniz, Huertas'da, Calle Núñez de Arce, 8 numaradaki "Monnalisa"'yı deneyebilirsiniz.



Salıdan cumartesiye ve 23:00-03:45 arası açık. Gece boyunca 90'ların bilindik müziklerini çalar. Ama bu "bilindik" genelde İspanyolların bilindikleridir keza İspanya'da ezici çoğunluk sadece yerli müzik dinler. Gece 00:00 sonrası içeceklerin parasını girişte alırlar.

Chueca (Chueca metrosu):
Burası daha önceki yazımda da bahsettiğim gibi gökkuşağı cumhuriyetine aitse de, sadece onların tekelinde değildir. Her kesimden ve her düşüncede insanı barındırır. Küçük restoranlar ve barlarla dolu, son derece kozmopolit ve hoş bir eğlence merkezidir.

Hazır Chueca'dayken, Granvía Caddesi 1 numaradaki, "Gula Gula"'yı hatırlatmadan olmaz..



Hizmet iç mekanda büyük bir restoran...



Ve buradaki yemekli Drag Queen şovdan ibarettir.



Ancak buraya gidecekseniz sonuçlarına da katlanmalısınız. Keza kadın kılığına girmiş erkekler olan Draglar, performanslarını zenginleştirmek için hiç bir malzemeyi kaçırmayacaklardır ve İspanyolca bilmiyorsanız onlar için kusursuz bir malzeme olabilirsiniz :) Ama iyi tarafından bakacak olursak, hakkınıza neler dediğini anlamayacaksınız :D Yanınızda sizi Dragların bel altı esprilerinden nispeten koruyacak bir rehber isteyebilirsiniz. Rezervasyon için tel: 915228764.

Malasaña (Tribunal metrosu):
Burası İspanyolların ünlü "botellón" mekanıdır. Botellón da çok tipik bir İspanyol alışkanlığı olup, birbirinden alakasız sayamayacağınız kadar çok insanın, fikir birliği etmişçesine içkilerini, bardaklarını vs. yanlarına alıp biraraya gelerek sokaklarda parti yapması...



Ve ertesi günün sabahını bir pazar sonrası görünümüne bürümesi etkinliğidir...



Genelde gençler Plaza del Dos de Mayo (Dos de Mayo Meydanı) civarında öbeklenir. Bu daha çok üniversite gençlerinin tercih ettiği bir eğlence tarzıdır. En son mahalle sakinlerinin sinirlerini fazlaca bozduğu için yasaklanmaya çalışılıyordu.. Ama boğasını AB'ye kaptırmayan İspanyol evladı, botellónunu da kolay kolay kaptırmaz.

Botellón yapanların arasına karışmak yerine bir barda oturup, içkilerinizi müzik eşliğinde yudumlamak istiyorsanız Palma Caddesi, 4 numaradaki "Penta" iyi bir seçim.



Saat 21:00 - 03:30 arası açık. Müzik oldukça güzel. Genelde hem İspanyol hem de yabancı, güncel ve eski pop-rock şarkılar çalıyor. Ortam Malasaña'nın diğer barlarından oldukça farklı.

Plaza de Dos de Mayo'daki "Corto Maltés" diğerlerine oranla biraz daha pahalı olmakla beraber, konuşabileceğiniz sakin ortamı ve yaz aylarınında dışarıdaki masalarıyla buranın en iyi barlarından.



Calle Velarde, 18 numaradaki "La Vía Láctea" indie müzik dinlemek isteyenler için birebir.



Chueca ve Malasaña arasında kalan Calle Colón'daki "Al'Laboratorio" da bu bölgenin klasiklerinden.



Alonso Martínez ve Bilbao (Alonso Martínez-Bilbao metroları):
Merkezi Plaza de Santa Bárbara'dır (Santa Barbara Meydanı). Meydan ve civar sokaklar birahaneler ve tapas barlarla doludur. En çok tercih edilen bölgeler Campoamor, Fernando IV, Santa Teresa ve Barquillo caddeleridir. Burada bol bol seksenli yılların melodilerini ve blues ve jazz tınıları dinleyebilirsiniz.

Serrano-Velázquez (Serrano-Retiro-Gregorio Marañón- Príncipe de Vergara metroları):
Her yerde olduğu gibi Madrid'de de hatırı sayılır bir "tiki" gençlik var. Onlar tıpkı alışveriş konusunda olduğu gibi, barlar konusunda da Madrid'in en nezih kulüp ve tapas barlarından bazılarını barındıran bu semtlerden şaşmazlar. Mesela, Diego de León ya da Gregorio Marañon metrolarından ulaşabileceğiniz, Calle Hermanos Bácquer, 10 numaradaki "Dejate Besar"...



Dikkat çekici dekorasyonuyla saat 22:00-05:00 arası açık. Daha çok yabancı olmak üzere 80'lerin ve 90'ların pop-rock parçalarını çalıyor.

Dejate Besar, Madrid'in gece hayatı deyince bence kesinlikle gidilmesi gereken, house, pop, funk, latin jazz, indie, vs. ne isterseniz bulacağınız "69 Petalos" isimli gece kulübüne de ilham kaynağı olmuş. 69 Petalos'a Cuzco ya da Colombia metrolarından ulaşabilirsiniz.. Açık adres Alberto Alcocer 32.



Perşembeden pazara kadar, 23:00-06:00 saatleri arası açık. İstersen geniş pistinde ayakta, isterseniz masalarında oturarak, boylu boyunca uzanan bar üzerinde dans eden "gogoları" seyredip kendinizi muhteşem müziğe kaptırabilirsiniz.. Masa ayırmak isterseniz rezervazyon için telefon: 914 570 879. Gece hayatını pek sevmeyen benim bile, Madrid'in bu bir numarasına yeniden gidesim geldi :)

En nezihlerinden olsun diyorsanız, diğer adres de Diego de León ve Núñez de Balboa metrolarından ulaşabileceğiniz, Juan Bravo Caddesi, 31 numaradaki "Keeper"..



Haftasonları sabah 6'ya kadar açık. Ancak eğlence 12.30-01.00'den sonra başlıyor. Her tür müzik var. Genelde 80'lerin ve 90'ların İspanyol ve yabancı parçaları.. Dekorasyonuna gelince, giriş katındaki devasa ekran ve müzik çalarken yansıttıkları video görüntüler oldukça ilgi çekiyor.

3 kademeli 800 m2 alanı, modern ışık ve ses düzeniyle az ilerisinde, Juan Bravo, 35 numaradaki "El Doblón" da hiç şüphesiz Madrid'in en iyilerinden.



Perşembeleri 23:30-06:00, Cuma-Cumartesileri ise 00.00-6.30 arası açık. XVIII. yy'a ait bir korsan gemisinin içindeymiş izlenimi veren dekorasyonu, içerden olduğu kadar dışardan da ilgi çekiyor.



Burada da tıpkı Keeper'da olduğu gibi, ama daha da ihtişamlı bir şekilde eğlence gece 01:00'den sonra başlıyor. Üst kısmı örten perde kalkıyor ve gösteri başlıyor...

La Latina (La Latina metrosu):
Yolunuz La Latina'dan geçiyor ve geceyi burada biryerlerde geçirmek istiyorsanız Costanilla de San Pedro Caddesi, 11 numarada, eski bir kabaret tarzında dekore edilmiş, Drag Queenlerin sahne aldığı "Berlin Cabaret" harika bir seçim.



Müzik 80 ve 90'lardan pop-rock.. Cuma ve cumartesi geceleri çok kalabalık ve erken gitmezseniz hem kuyruğa takılıyorsunuz, hem de içeceklerin parası girişte alınıyor. Ama haftanın diğer günlerini, özellikle de perşembe gecelerini değerlendirmek için süper. Unutmadan, burada da Draglardan bol bol nasibinizi alabilirsiniz :)

İyi eğlenceler!

14 Aralık 2010 Salı

İspanya'da biraz Mısır, biraz Arjantin...

Madrid'de bol bol zamanı olanlar sakin bir gün geçirmek üzere Templo de Debod'u ziyaret edip, sonrasında da az ilerideki ünlü Arjantin restoranı "La Vaca Argentina"'da ziyafet çekebilirler.

El Templo de Debod Mısır'ın İspanya'ya hediye ettiği yaklaşık 2200 yaşında eski bir tapınak.



Yukarıdaki resimde de görüldüğü gibi, Plaza de España'nın hemen arkasında, Parque del Oeste dahilinde ve Paseo del Pintor Rosales caddesi üzerinde yer alıyor. Etrafını çevreleyen su ise Nil nehrini temsil ediyor. Bu da diğer taraftan bir görüntü..



Mısır'ın İspanya'ya neden bir tapınak hediye ettiğine gelince; Mısır'ın en büyük barajı olan Assuan Barajı'nın inşaası nedeni ile yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan Nubia tapınaklarının, özellikle de Abu Simbel'in kurtarılması için, Unesco zamanında tüm dünya milletlerine yardım çağrısında bulunmuş. Bir çok milletten arkeolog çalışmalara katılmış ve birçoğu memleketine dönerken kendilerine biçtikleri payları da beraberlerinde götürmüş. Ancak aralarında İspanyolların da bulunduğu bazı milletler dürüst çalışmalarıyla göze çarpınca, Mısır bu ülkeleri ödüllendirmeye karar vermiş.

İşte bu karar neticesinde Mısır toplam dört tapınak hediye etmiş (1968): bugün Newyork Metropolitan Müzesi'nde sergilenen Dendur anlaşılacağı üzere ABD'ye, Ellesiya İtalya'ya, Taffa Hollanda'ya ve Debod İspanya'ya gitmiş.. Aşağıda Debod Tapınağı'nın anavatanındaki günlerinden bir kare... Tapınak İspanya'da ki yerine yerleştirilirken orjinal yönüne riayet edilmiş..



Tapınağın içinde iki üç yazıt olduğu söylenir, ama ben şahsen hiç merak edip girmedim.. Bana görmeye değecek birşey yok denmişti... Girip aksini düşünen olursa bana buradan bildirsin, gidip başımı duvarlara vurayım.

Evet, ve geldik benim en sevdiğim konuya... Boğaz konusu ;) Tapınak ziyareti sonrası yakınlarda yemek yiyecek bir yer ararsanız ve siz de benim gibi, aşağıdaki korkunç reklama rağmen yine de giderim diyecek kadar aymaz bir etçilseniz...


(Her dana nevi şahsına münhasırdır diyor kısaca :)

... bence tek adres Paseo del Pintor Rosales, 52 numaradaki "La Vaca Argentina"'dır (Arjantin Danası demek). Burası, bugün bir restoran zinciri olan La Vaca Argentina'nın İspanya'daki ilk şubesi.



Soğuk havalarda içerde, sıcak havalarda ise bahçede oturabilirsiniz...



İspanya'da Arjantin restoranına mı gidilir demeyin... Hazır hatırı sayılır bir Arjantinli nüfusa ve dolayısıyla Arjantin lezzetlerine sahip İspanya gibi bir ülkedeyken, dünyanın en iyi eti sayılan Arjantin etini deneyin..

Restoranın en tipik lezzetlerine gelince; sebzeli (verduras), peynirli (queso), etli (carne), mısırlı (choclo) vs. tipik Arjantin poğaçaları olan "Empanadas" açlığınızı bastırmak için uygun bir başlangıç olabilir..



Ana yemek olarak benim tavsiyem "Solomillo a la parrilla" (mangalda bonfile)



Bir de sırf tadına varın diye ortaya bir "Mollejas" alın derim... Arjantin'e gitmediğiniz taktirde başka yerde deneyemezsiniz..



Ben Mollejas'ı ilk Arjantin'de denemiş ve dayanamayıp, biftek görünümlü ancak rengi beyaza yakın, ağızda lokum gibi dağılan bu etin hayvanın neresinden çıktığını sormuştum şefe. Bunun dananın kalbinin etrafından çıkarılan uykuluk olduğunu öğrendiğimde ise şaşakalmıştım.. Nitekim ben, uykuluğun sadece koyunun boyun bölgesinden çıktığını ve hep ufak tefek olduğunu sanırdım.. Türkiye'de dana uykuluğu bulabileceğime dair umudumu bir süre koruduysam da, kıymetli kasaplarımızın bıyık altından gülüşlerine, ukalalıklarına daha fazla dayanamayarak pes ettim.. Ne yazık ki Türkiye'de henüz bilinmeyen, keşfedilmemiş bir lezzet bu.. Ya da bizim danalarımız anatomik olarak farklı, bilemiyorum :)

La Vaca Argentina'da tadacağınız tüm lezzetlerin Arjantin'de pişenlerle tıpa tıp aynı olduğunu garanti ediyorum.. Tecrübeyle sabittir. Zaten restoranda sunulan en tipik etler Arjantin'den getirtiliyor.

Siz siz olun benim gibi ukalalık edip "Türk'ün etinin üstüne et mi olur" da demeyin, tükürdüğünüzü yalamak zorunda kalmayın.. İleride Arjantin seyahatine ait postlarda göreceğiniz üzere, ülkede en ufak bir engebe yok... Üstüne üstlük bir de yer gök otlak olunca, hayvanlarda kastan eser olmuyor ve etleri lokum gibi. Tabii etin işlenişi de bizdekinden çok farklı.. Etin kendi tadını boğmamak için en ufak bir baharat kullanmıyorlar.. Hayvanın kesilişi esnasında kanı akıtılmayınca, haliyle et de son derece lezzetli oluyor.. Özellikle bu son faktörden dolayı, ben aynısını evde yaparım çabaları boşa çıkıyor.. Eti nerden alırsanız alın bizdekiler kansız.. Tadı tuzu yok.. Onun için ya zaten baharatı basmamız...

La Vaca Argentina'da yer bulmak genelde zordur. Açık olduğu saatler ise 13.00-16.00 ve 21.00-00.00 arası. Yemeğinizi riske atmak istemiyorsanız aşağıdaki numaralardan ya da mail yoluyla önceden rezervasyon yapmanız uygun olur:

Tel: 91.559.66.05
Cep: 618.100.517
E-Mail: reservas@lavacaargentina.net

Kişi başı 30-40 Euro ödeyeceğinizi de bilmelisiniz... Ama değer mi? DEĞER!

20 Kasım 2010 Cumartesi

Oley, oley ve oley!

İspanya deyince ilk akla gelenlerden biri de boğalar.. Hayvanları koruma dernekleri bu katliamı durdurmak için ellerinden geleni yapadursun, özellikle eski jenerasyonun çokça ve bazen orta yaşlıların ve hatta gençlerin dahi rağbet ettiği, hala son derece geçerli, köklü bir İspanyol geleneği boğa güreşleri..

İspanya AB'ye girdiğinde, uyum yasaları gereği, güvenlik nedeniyle yol kenarlarındaki reklamların kaldırılması istenmiş. İspanyollar da hepsini kaldırırız ama birtanesini asla demişler. Ve dediklerini de yapmışlar. Bilin bakalım bu neymiş... Osborne markasının, konyağını tanıtmak için ülkenin tüm karayollarına serpiştirdiği, yaklaşık 14 metrelik devasa bravo boğası, uyum yasalarından nasibini alarak siyaha boyanmış haliyle, bugün İspanya'nın bir simgesi.


Boğa güreşlerinde kullanılan boğalar bildiğimiz cinsten farklı olarak, çok daha iri cüssesi, güçlü yapısı, uzun boynuzları, asabi ve saldırgan karakteriyle bilinen "bravo boğaları". Bu cinsin anavatanı ise İber Yarımadası, yani İspanya.

Boğalar tabiatları gereği sıcak iklim sevdiklerinden, boğa güreşinin İspanya'daki sezonu Mart ayında başlayıp Ekimde sona eriyor. Durum böyle olunca, hayatını sözüm ona bu "sanata" adamış kişiler de, çözümü Ekim sonrası yeni boğa güreşleri için güneşi takiben Meksika'ya ve Venezüela'ya göçmekte bulmuş.

Madrid'deki La Plaza de Toros de Las Ventas (Ventas Arenası), 61,5 metrelik çapı ve 23.798 seyirci kapasitesiyle İspanya'nın en büyük, Meksika ve Venezuela'dakilerden sonra dünyanın ise en yüksek kapasiteli üçüncü arenası.


Arena 1934 yılında açılmış. Katolik Krallar zamanında dinlerini terketmeye zorlanan farklı inançlarda insanlar arasında, onu içine gömüp sanatıyla dışa vurmaya çalışan müslümanların yarattığı mimari bir akım olan neomudejar tarzında.. İşte pencerelerinin Arap mimarisini andırması bundan..


İspanyol matadorlar için bu arenada güreşmek, kariyerlerinde gelebilecekleri en üst nokta. Çünkü arena sadece en iyilere açık. Ama iş sadece buraya erişmekle de bitmiyor. Bir de güreş sonrası buranın büyük ana kapısından elinde boğanın iki kulağı ve kuyruğuyla, omuzlar üzerinde çıkarılabilmek var ki, bu bir matadora verilebilecek en büyük ödül ve herkese nasip olmuyor ;) Bunun için matadorun gerçekten kusursuz bir gösteri sergilemiş ve hayvanı, boynunun üst kısmından kalbine inen o tek noktadan tek bir kılıç darbesiyle, ona hiç acı çektirmeden öldürerek alt etmiş olması gerekiyor.. İşte Ventas Arenası'nın önündeki heykelde bu onura layık görülmüş bir matadorun heykeli..


Boğayla ona eziyet etmeden güreşmek ve ona böyle acısız bir ölüm yaşatmak, o matadorun ne kadar usta bir dövüşçü, nişancı ve sanatkar.. evet yanlış duymadınız sanatkar olduğunun bir göstergesi. Keza İspanyollar boğa güreşinin bir sanat olduğunu düşünüyor. İnsanla boğanın karşı karşıya gelerek güçlerini yarıştırdıkları görsel bir sanat...

Ancak bir de madalyonun öbür yüzü var ki, insanoğlunun düzenbazlığını ve riyakarlığını bir kez daha gözler önüne seriyor; Normal şartlarda bir insanın bir bravo boğasıyla karşılaşması, gücünü yarıştırması söz konusu bile değil... Bu hayvan kendi ortamında değil bir insan, karşısına on tanesi çıksa duman edecek güçte. Ancak zekası akıllara zarar, insan denen vahşi yaratığın eline düşmeye görsün.. Bakın bir boğa güreşe nasıl hazırlanıyor:

Öncelikle hayvanı daha nefes kesici bir gösteri olsun diye sinirden çıldırtmak için, hareket kabiliyetini sıfırlayacak kadar küçük ve karanlık bir kafese hapsediyorlar. Bu kadarı yetmezmiş gibi, canı yanıp daha çok çıldırsın diye toynaklarının arasına dikenler koyuyorlar. Günlerce karanlıkta hareketsiz kalan hayvan, güreşmesi için kafesin kapağı açıldığında aniden gözüne giren güneş ışığıyla daha da sinirleniyor. Ve bulduğu bu ilk delikten bir ok gibi fırlayarak, günlerce biriktirdiği enerjisi ve siniriyle önüne ilk çıkana ölümüne toslamak için kendini arenanın ortasına atıyor.. Ama o da ne.. Toprak zeminde kusursuz bir kavrama sağlayacakken ayaklarının altında attığı her adımda kaymasını, dengesini kaybetmesini, düşmesini ve yorulmasını sağlayan tanımadığı kumdan bir zemin var!

Derken karşısına ellerinde 2-3 metrelik, ucu çivili sopalarıyla atlılar çıkıyor. Atlarının üzerinden uzun sopalarının çivili ucuyla boğayı kaypakça, uzaktan uzağa dürtüyor, kışkırtıyor ve onu yaralayıp kanını akıtarak güçten düşürüyorlar.



Bu arada boğa, derdine derman olmasa da sinirinden yetişebildiği tek yere tosluyor... Atın karnına.. Varsın vursun, nasılsa o at da artık yarışlarda işe yaramayan, gözden çıkarılmış yaşlı atlardan... Bir güreşlik ömrü var... Hem zaten tedbiri de alınmış; atın karnını örten kalkan, yaralandığında dışarı çıkabilecek bağırsaklarına da örtü görevi görecek..

Tam da boğa deli danalar gibi ordan oraya koşmaktan ve kan kaybından tükenmiş, hareketleri yavaşlamışken beklenen an geliyor.. Bir boğa kadar güçlü kuvvetli, taze mi taze insanoğlu ile bitap düşmüş boğanın adil mücadelesi (!!!)...



Unutmadan, bir de acil durum manevraları var tabii. Olaki bizim güçlü matadorun ayağı kaydı, yavaş kaldı, dikkati dağıldı ve o ya da bu sebeple boğa karşısında yenilir gibi oldu, derhal ellerinde kırmızı pelerinleriyle ikinci üçüncü adamlar devreye girerek, boğanın dikkatini dağıtıyorlar, taa ki matador kendine gelene kadar..

Tüm bunlara rağmen, allahın taktirinden nasibini alan matadorlar da çok tabii.. İspanyol tarihi gözüne, kasığına, vs. boynuz yiyerek yaşamını yitiren matadorlarla dolu.. Ama o durumlarda kimse o boğalar için "Olé, olé y olé!" naraları atmıyor...



Peki kazanan boğaya ne oluyor diye merak etmişsinizdir.. Aslında çoğu durumda kazanmaktan ziyade, "kazanacak gibi" olduklarında matador tarafından "hayatları bağışlanıyor" onlara.. Bu çok güçlü ve değerli boğalar damızlık ilan ediliyor ve kendileri gibi iyi güreşecek boğalar üretmek üzere çiftliklere yollanıyor..

Arenaların dışında boğalar için savaşan, hayvanlarla empati kurma becerisine sahip insanların sayısı da hiç az değil.. İşte Ventas Arenası'nın önünde eylem yapan bir grup..



Sırtlarında çivili sopalar kan revan içinde, kendilerini boğaların yerine koymuş, bir katliamı canlandıran insanlar...



Boğa güreşlerinin yanısıra bir de "Sanfermines" kutlamaları vardır ki, evlere şenlik! Sanfermines, her sene İspanya'nın kuzeyinde yeralan Pamplona'da 6-14 Temmuz tarihleri arasında San Fermín'in anısına düzenlenen bir kutlama. Sanfermines kutlamalarının en ünlü aktivitelerinden birisi de hiç şüphesiz "boğaları saldım çayıra mevlam kayıra" etkinliği :)



7-14 Temmuz arası hergün sabah saat sekizde başlayıp birkaç dakika süren, boğalar arkada, İspanyollar önde, sarhoş İngilizler arada :D şeklinde gerçekleştirilen 849 metrelik bir koşu bu.

Sanfermines kutlamalarında boğa güreşlerine çıkarılmayan dişi bravo boğaları, hakları kalmasın varsın onlar da sokaktakileri avutsun mantığıyla ortalığa salınırlar.. Ama ne avutmak.. Dişiler de genlerindeki asabiyeti fazlasıyla gösterir..



Bu boğalar karşısında Sanfermines için özel olarak İspanya'ya gelen, adrenalin isteyen, öncesinde de "birkaç" bira içmekte hiçbir sakınca görmemiş, üstüne üstlük boğalar hakkında hiçbirşey bilmeyen İngilizlerin vay haline..

Siz siz olun Sanfermines'e katılacak olursanız koşunuz eksik kalsın. Yok ben illaki katılacağım derseniz baktınız boğadan kaçış yok, hemen boylu boyunca yere uzanın bari.. aksi taktirde sizin de sonunuz şöyle olur..



Tarih bu duruma düşen şaşkın bir Türk yazmamış henüz, aman siz ilk olmayın. Allah muhafaza..

4 Kasım 2010 Perşembe

Madrid'de bir lezzet durağı: La Cava Baja

Ünlü pazarı Rastro, tapas barları, restoranları, cafeleri ve tarih dolu sokaklarıyla La Latina, Madrid'in hiç şüphesiz en kıpır kıpır, sıcacık semtlerinden..


"La Latina" adını XV. yüzyılda burada yaşamış olan yazar, şair ve humanist Beatriz Galindo'dan alır.


Beatriz Galindo, Latince'ye olan düşkünlüğü ve yeteneğiyle klasik metinler konusunda dönemin en yetkin ismi haline gelmiş ve böylece "La Latina" lakabını almış. Bunun sonucu olarak Kastilya Kraliçesi Isabel, Beatriz Galindo'yu kendisine Latince dersleri vermek üzere görevlendirmiş. Beatriz Galindo'nun ömrünü geçirdiği saray, "El Palacio de Viana" da La Latina semtinde.


"La Cava Alta" ve "La Cava Baja", La Latina'nın birbirine paralel başlıca sokakları. İsimleri eskiden şehir surların dışında kalan ve acil durumlarda kapılar kapalı da olsa, şehre gizlice giriş çıkış sağlayan çukurlardan geliyor. Bu sokaklardan La Cava Baja, mallarını San Miguel Sabit Pazarı'nda satmak üzere Castilla'dan gelen tüccarlara yatacak yer sunan hanlar ve yiyecek sunan restoranlarla doluymuş. Aşağıda Cava Baja'nın o zamanlardan, yani 1934 yılından görüntüsü..


Ve işte bu da bugünden bir kare..


Yeri gelmişken, içinde alışveriş etmeye doyum olmayan, Plaza Mayor'un hemen yanındaki, Madrid'in eski yapılarından "El Mercado de San Miguel"'e (San Miguel Sabit Pazarı) değinmeden geçemeyeceğim. San Miguel Pazarı'nın üzerinde bulunduğu alan 1809 yılından itibaren halk pazarı olarak kullanılmış. 1913-1916 yılları arasında ise pazar binası, İstanbul Hali'nin de mimarı olan zat tarafından son halini almış.


Eskiden sadece pazar standlarından ve gıda üzerine dükkanlardan oluşan pazar yerinde, yakın zaman önce yapılan restorasyon sonrası gurmelerin uğrak yeri olan tapas barlara da yer verilmiş.

Tekrardan La Cava Baja'ya dönecek olursak eskiden kalan mirasla bu sokak, bugün ünlü tapas barları, tavernaları ve muazzam restoranlarıyla uğramadan dönülmemesi gereken, Madrid'in en önemli lezzet duraklarından birisi. O eski hanlardan beş tanesi, han olarak değilse de, hala yerinde duruyor.

Bunlar; 1642'den kalma, bugün restoran olarak hizmet veren, Cava Baja 9 numaradaki La Posada de la Villa..


Günümüzde konut olarak kullanılan, Cava Baja 6 numaradaki la Posada de San Isidro ve 12 numaradaki El León de Oro...

1868'de misafirhane olarak inşaa edimiş, içinde arap surlarının kalıntıları olduğu için bugün koruma altında olan, Cava Baja 14-16 numaradaki La Posada del Dragón (Ejderhalı Han)...


İşlevine uygun olarak her katı küçük odalara ayrılmış, giriş katı ise misafirlerin atları ve arabaları için tasarlanmış bu hanın butik otele çevrilmesi planlanıyor.


1740'den kalma, Cava Baja 30'daki La Posada de San Pedro (Aziz Pedro Hanı)... Bu hanın ismi 1921 yılında, sahibinin Segovialı olması nedeniyle Mesón del Segoviano (Segovialı'nın Evi) olarak değiştirilmiş.


Burası zamanında hem tüccarları, hem dönemin entelektüellerini ve yazarlarını ağırlamış. Hem han, hem de restoran olarak hizmet vermiş. Son yıllarda ise "Casa Lucio" ismiyle, La Cava Baja'nın en ünlü tapas barına ev sahipliği yapıyor.


Benim yabancı bir ülkede denemek isteyeceğim "yeni", "farklı" lezzetler dahilinde olmasa da, Casa Lucio'nun en meşhur tabağı "Huevos Estrellados", yani bildiğiniz patates kızartması üzerine yayılmış sahanda yumurta..


Bunun dışında çok daha lezzetli seçenekler de var tabii.. Mesela "surtido de ibéricos" (domuz eti sevenler ya da denemek isteyenler için soğuk et tabağı), "pimientos de padron" (kızarmış biber, aman dikkat tatlı diye kaptırıp gitmeyin, bir tabakta 3-4 tane acı çıkar onlar da çok can yakar), deniz mahsülü sevenler için "mejillones" (midye), "berberechos" (tarak)..


Sebze isteyenler için "esparragos a la plancha" (ızgarada kuşkonmaz) ya da "setas a la plancha" (ızgarada istiridye mantarı)..


Hububat seviyor ve domuz etine hayır demiyorsanız, hele hele mevsimlerden kışsa, bu restoranda sadece çarşambaları pişen, Madrid'in en tipik yemeklerinden "Cocido Madrileno" (Madrid usulü domuz + dana + tavuk etli, sebzeli nohut)...


Ya da salıları pişen "Fabada Asturiana" (Asturias usulü fasülye)...


Ama siz taa İspanya'ya kadar gelmişken nohut, fasülye mi yiycem, farklı birşey olsun diyenlerdenseniz... buyrun sizin için de "Rabo de Toro" (Boğa kuyruğu) :D


Ve sıra tatlı faslına geldiğinde "flan" (krem karamel - tarif için tık tık), İspanya'ya özgü "cuajada" (Keçi sütü ve doğal peynir mayasıyla yapılan, pıhtılaşmış süt diyebileceğimiz, yumuşak kıvamlı, kremsi bir tatlı. Tek başına ne tatlı ne tuzlu. Üzerine bal ya da şeker döküldükten sonra karıştırılmadan kaşıklanarak yeniyor. Aksi taktirde kesiliyor, cıvık yoğurt kıvamını alıyor. Bu tatlının kökeninin tarih öncesi çağlara dayandığı söylenir. O zamanlar çobanlar sütü "kaiku" denen ahşap kapların içinde kaynatır, içine de cuajada'ya kendine has füme tadını veren kızgın bir taş koyarlarmış. Hafif tatları sevenler denesin derim..)

Buz gibi bir "Sorbete de limon" (limon şerbeti - tarif için yine tık)


Ya da tadına doyum olmayan "Tarta de Santiago" (Bademli kek - yine tık tık)


Eveeet, bunca konuşmadan sonra artık biraz da ziyafet zamanı. Buyrun La Cava Baja'daki soframıza :)


Afiyet şeker olsun!