26 Ekim 2010 Salı

Madrid'de "Pazar" çılgınlığı...

Madrid'in pazarını görmeden dönmeyelim, üstelik eşe dosta almamız gereken bir sürü de hediye var diyorsanız, bir pazar gününüzü ayırın, buyrun pazara gidelim :)

Embajadores ve La Latina semtleri arasında kurulan El Mercado de Rastro'ya (Rastro Pazarı) gitmek için Kraliyet Sarayını ve Almudena Katedrali'ni geçip Calle de Bailen'de ilerliyoruz. 300 metre kadar sonra önümüze Segovia Viyadüğü çıkıyor.


Bu viyadük 1930'da, Calle Segovia'nın yarattığı derinliği kapatmak ve Calle de Bailén'i uzatmak üzere, 1874'de yapılmış eski viyadüğün yerine inşaa edilmiş. 23 metre yüksekliğindeki viyadük birçok intihara sahne olunca, sonunda Madrid Belediyesi çareyi kenarları boylu boyunca şeffaf emniyet levhalarıyla kapatmakta bulmuş.


Calle de Bailén'i, Madrid'in XIX. yy'dan kalma eski kapılarından Puerta de Toledo'ya kadar iniyoruz.


Ve işte her pazar ve resmi tatil günleri 9:00-15:00 arası kurulan, Toledo Kapısı'nın kuzeyinde Embajadores'den La Latina'ya kadar uzanan Madrid'in ünlü pazarı Rastro karşımızda!!!


Her tür eşyanın çok uygun fiyata satıldığı Rastro, Calle de Ribera de Curtidores civarında kuruluyor.


Antikaları...


Eskileri...


Ve ikinci elleriyle ona bit pazarı diyesim var...


Ama işin içine bir de yepyeni kıyafetler, ayakkabılar, aksesuarlar, incik boncuk..


Hediyelik eşyalar...


Ve bilimum ıvır zıvır girince onu bir kalıba sokmak zor.. Anlayacağınız yok yok..

Pazarın kuzey ucunda Plaza de Cascorro (Cascorro Meydanı) ve Cascorro kahramanı Eloy Gonzalo'nun anıtı vardır.


Evlatlık olarak yetişen ve 1892 yılında orduya katılan Eloy Gonzalo askeri ceza alarak düştüğü hapisten kurtulmak pahasına o dönem çıkan bir kanundan yararlanarak Küba'da savaşmaya gider. Burada sürekli saldırı aldıkları bir köye intihar saldırısı düzenlemek için gönüllü olur, görevini yerine getirir ve yara almadan geri döner. Askeri açıdan üstün bir başarısı olmasa da, Madrid halkı onu bu cesaretinden dolayı ödüllendirmeye karar verir, adını bir sokağa verir ve Rastro'nun orta yerine de aşağıdaki heykelini diker.


Daha kaliteli alışveriş mekanlarını tercih edenler ise, aradıklarını Serrano, Goya, Velazquez semtlerindeki (Barrio de Salamanca) şık mağazalarda bulabilirler..



Biz tekrardan pazara dönelim.. Pazar alışverişini bitirdikten sonra yorgunluk atmak, açlığınızı dindirmek ve unutulmayacak bir ziyafet çekmek için gidilecek yer hiç tartışmasız, La Latina semtinin mutfağı; La Cava Baja sokağı... Detaylar bir sonraki yazımda ;)

22 Ekim 2010 Cuma

11-M ve Atocha'da ölümsüzleşen hayatlar

Madrid'in en hoş mekanlarından birisi de, genelde yolculuk olduğunda uğranan, XVI. yüzyıldan kalma, şehrin en eski yapılarından Atocha Tren İstasyonu.. İspanya'nın birçok noktasına ve Avrupa ülkelerine seferleri olan normal trenlerin yanısıra, 5-6 saatlik araba yolculuklarını 2 saatlik konforlu yolculuklara dönüştüren hızlı tren AVE de buradan kalkıyor.


İstasyon, içindeki devasa serası, seradaki ağaçlar arasında uçuşan kuşları, ortadaki süs havuzu, havuzdaki kaplumbağaları ve huzurlu ortamıyla...


... ağaçların altına serpiştirilmiş cafelerinde bir fincan kahve eşliğinde yolculuk yorgunluğunu bir nebze de olsa attırabilen sıcacık bir mekan... Ve işte o sıcacık mekanda kahvesini yudumlayan sevgilim :)


Bu kadar huzurlu bir mekandan bahsederken, affınıza sığınarak huzurunuzu kaçıracak da olsa o 192 kişiyi anmadan geçmeyeceğim.. El Kaide'nin o korkunç saldırı için bu mekanı seçerek 192 kişiyi ölüme, 1858 kişiyi fiziki ve psikolojik yetersizliğe mahkum ettiği o sabah, takvimler 11 Mart 2004'ü gösteriyordu. O gün, sonrasında hep 11-M diye anıldı..

İspanya kısa süre önce Irak'a asker göndererek Amerika'ya destek olmuş ve dönemin başbakanı Aznar bu kararından dolayı içerde ve dışarda birçok kişi tarafından eleştirilmişti. Seçimlere az kalmış, İspanya Aznar'ı bu kararından dolayı cezalandırarak sandığa gömmeye hazırlanıyordu. Ama dış güçler işi riske atmak istemedi....

Bask Bölgesi'nin doğurduğu bölücü terör örgütü ETA'nın yıllarca kök söktürdüğü İspanya, tarihinde o günkü kadar büyük bir saldırı yaşamamıştı. O sabah aynı anda bombaların patladığı dört trende hayatını kaybeden ya da sakatlanan insanların çoğu öğrenci ya da İspanya'ya göçmen olarak gelmiş, milliyetçilikten nasibini alarak kendilerine ancak işçi sınıfında yer bulmuş, ekonomik güçleri ancak Madrid'in banliyölerinde yaşamaya izin veren, o sabah işe gitmek için herzamanki gibi daha gün ağırmadan kalkıp Madrid istikametine giden o dört banliyö treninden birini seçmiş işçilerdi. Tek hataları yanlış zamanda, yanlış yerde bulunmaktı.

Hayatımın sonuna dek beynimden tek bir anı dahi silinmeyecek bu insanlık dersini, en azından bu bloğun okurlarıyla paylaşmam lazım.. Otuzbeş yıllık ömrüm boyunca, sizler gibi, benim de en çok duyduğum kelimelerden biri oldu terör.. Keza 30.000'den fazla evladını teröre kurban vermiş ve hala bunu çözememiş, çözmemiş bir ülkede büyüdüm ben.. Ama ne yazık ki, bu insanlık dersini otuzbeş yıl boyunca bana kimse vermedi ülkemde...

O sabah iş yerime vardığımda, binadaki tüm ofislerin çalışanları dış kapıdaydı.. Kimsenin ne iş umrundaydı, ne de patronlar.. Herkes tokat yemiş gibiydi.. Herkes birşeyler yapmak istiyor ama nasıl ve ne yapacağını bilemiyordu.. Ben kan vermeye gidiyorum dedi birisi, onu birkaç kişi daha izledi...

Benim çalıştığım şirket İK üzerine bir danışmanlık şirketiydi. Hizmet sektöründeydik, topluca çekip gitmemiz mümkün değildi.. On dakika içinde organize olduk.. Sağlığı, kilosu, muayen günü gibi sebeplerle kan veremeyecek arkadaşlar belirlendi ve geri kalanlarımız da kan vermek üzere yola koyulduk..

Kafam karışıktı, nereye başvuracağımızı bilmiyor sadece arkadaşlarla ilerliyordum. Sokaklar normalde işyerlerinde olması gereken insanların kalabalığıyla doluydu... Herkes, tıpkı bizim gibi yardım isteyen birinin arayışıyla yürüyordu. Çok değil, beş dakika yürüdükten sonra kaldırımlar boyu sıraya girmiş insanlar gördüm.. Ve kan bağışı için hazır bekleyen Cruz Roja (Kızıl Haç) araçları. Olayın üzerinden henüz bir saat bile geçmemişken herşeyin bu kadar organize oluşu bende şok etkisi yaratmıştı.. Sırada bekleyeli 10 dakika bile olmamıştı ki, bir yetkili tüm kan ihtiyaçlarının tamamlandığını, dağılabileceğimizi söyledi.. Olanlara inanmakta zorlanıyor, güzel ülkemin aynı muameleyi görememiş terör kurbanları için içim cız ediyordu..

İşe döndüğümüzde, ülkenin en büyük şirketlerinden birisi olan müşterimiz, saldırıda bordrosu bizim üzerimizden olan bir çalışanını kaybettiğini haber veriyordu.. İş sözleşmesi imza için bekleyen bir diğer çalışanımız bir saat gecikmeyle geldiğinde saldırının yapıldığı trende olduğunu ve güvenlik engelinden dolayı çıkamayarak geciktiğini söylüyordu.. Bir hafta sonra bombanın etkisiyle iç kanama geçirdiği anlaşılarak hastaneye kaldırıldığını öğrenecektik...

Olay günü akşamı, Kral televizyonlardan tüm İspanyol halkını olayı protesto için yürüyüşe çağırdı. Ertesi gün herkes birbirine aynı soruyu soruyordu. Geliyorsun değil mi?.. Sizlere çok tanıdık gelecek, "O kalabalıkta yeni bir saldırı olursa" içerikli, son derece Türk usulü soruma ise cevapları yine aynıydı.. "Onlar gibi biz de ölürüz".

Annemin ısrarlı telefonlarına ve "Aman kızım gitme, çok tehlikeli" çağrılarına rağmen, Madrid'de bu yürüyüşe katılmayacak tek kişi olma utancıyla yaşayamayacağıma karar verdim. Genç yaşlı demeden 3 milyon nüfuslu Madrid'in 2 milyonu oradaydı... Bunu beklemiyordum. Ve sanırım kimse de beklemiyordu.. Arkadaşlarla bir buluşma noktası belirlemiş ancak hiç birimiz telefonların kilitleneceğini, metro istasyonlarının felç olup devre dışı kalacağını hesaba katmamış, o yürüyüşü birbirimizden ayrı yapmak zorunda kalacağımızı düşünememiştik. Sabah 10:00'da, evden üç-dört saate dönerim düşüncesiyle çıktığım yürüyüşten dönmem ancak akşam 21:00 civarlarında mümkün oldu. Şehrin her santimetre karesini kaplayan kalabalık ne hızlı yürümeye, ne metro kullanmaya, ne de aralardan kaçmaya izin vermemişti..


O hiç durmadan yağan yağmurun altında, kucağında iki çocuğuyla babalar, pusetli ya da çocuklarını elinden tutup getirmiş anneler gördüm.. Ne çocuklarına birşey olur korkusuyla evlerine tıkılmış, ne de bu yağmurda hastalanırlar mazeretinin arkasına sığınmışlardı.. Protesto yürüyüşü etkileyici, düşündürücü, üzücüydü.. Hele ki benim için, "Bu bilinç benim ülkemde neden yok?" diye düşündüğümden çok üzücüydü..


Bu acı saldırıdan hemen sonra İspanya, saldırıda yaralananlara ve hem onların, hem de ölenlerin ailelerine yıldırım hızıyla vatandaşlık verdi.

Saldırının hemen ardından Atocha'da, 11-M'nin 192 kurbanının anısına 192 fidan dikilerek önceki ismiyle "El Bosque de los Ausentes" (Aramızda Olmayanların Ormanı) isimli anıt orman oluşturuldu. Bu anıt orman saldırının birinci yılında Atocha Tren İstasyonu'nun yakınındaki Retiro Park'a taşındı ve yeni adı "El Bosque del Recuerdo" (Anı Ormanı) ile anılmaya başlandı.


Kısa süre sonra da, Madrid kurban verdiği vatandaşlarını sonsuza dek hatırlamak, unutmamak ve unutturmamak için, onları bir anıtla ölümsüzleştirdi.


Bu sade anıt, onca insanın hayata gözlerini yumduğu Atocha İstasyonu'nun yanında sessiz bir çığlık gibi yükseliyor bugün..


ve şöyle diyor: "Gerçeğin acısına dayanmak için çok fazla hayal gerekiyor. Birkaç kişi için çok şey eksik kaldı. Hepimiz sizi hatırlıyoruz.. Madrid sizi unutmuyor. Görevimiz unutmamak..."

Almudena Katedrali'nde bir peri masalı...

Plaza de Oriente'de ki kahvaltı sonrası sırada Santa María La Real de La Almudena Katedrali var...

Her Kraliyet Sarayı'nın karşısında bir katedral olurmuş... Ancak, İspanya Kraliyet Sarayı'nın, yapımı bittikten uzun süre sonrasına kadar karşısına katedral yapılmamış.. Hernekadar Papa León X, XVI. yüzyılın başlarında Madrid'de, Virgen de la Almudena (Amudena Azizesi) adına bir katedral yapılmasına onay vermiş ve 1623'de katedralin ilk taşı koyulmuşsa da, bir sebeple inşaat durdurulmuş.

Zamanın kralı Alfonso XII, çok sevdiği ilk eşi María de las Mercedes'i henüz çocuk sahibi olamadan kaybedince ve bu nedenle de karısını Escorial'deki Kraliyet Mezarlığı'na (Real Monasterio de El Escorial) gömmek mümkün olmayınca, karısının anısına ve ona mezar olsun diye Almudena Katedrali'nin inşaasını başlatarak 1883 yılında katedralin ilk taşını kendisi koymuş.

Ne var ki, katedralin isimsiz bağışlarla yapılmasına karar verilince, gösteriş severlerin buna yanaşmaması sonucu katedralin inşaası neredeyse 100 yıldan fazla sürmüş ve nihayetinde katedral Papa Juan Pablo II tarafından 1993 yılında takdis edilmiş.


Böyle uzun bir zaman diliminde inşaa edilince, mimarisinde bir çok farklı akıma da yer verilmiş. Dış cephesi, aşağıda gözüken devasa avluyu paylaştığı, hemen bitişiğindeki Kraliyet Sarayı'na uygun olarak neoklasik tarzda. Buna karşın içi neogotik, kripti ise neoromantik tarzda yapılmış.


Ancak katedralin bahtsızlığı bu kadarla da kalmamış.. Bu seferde, henüz ortada gelin adayı bile yokken, katedralin halka açılışının, İspanyolların çok sevdiği Veliaht Prens Felipe'nin düğünüyle olmasına karar verilmiş..

Gelelim olayın benim de şahit olduğum dedikodu kısmına :) Beklenen gün gelip çattığında, önceki yazımda da bahsettiğim gibi büyük çoğunluğu kraliyeti, şaşaayı çok seven, kraldan çok kralcı İspanyolları, fena halde hayal kırıklığına uğrattı Felipe... Tuttu ne kraliyetle, ne de asillikle uzaktan yakından ilgisi olmayan, üstüne üstlük başından bir de evlilik geçmiş bir gazeteciye aşık oldu :) Ülkede kopan kıyameti varın siz düşünün :)

O günlerde etrafımdaki arkadaşların konu hakkındaki yorumları parmak ısırtıyor, beni şaşkınlıktan şaşkınlığa sürüklüyordu.. Neymiş efendim Letizia "sangre azul" (mavi kan) yani asil kandan değilmiş, hem zaten dul bir kadınmış, kraliyet kurallarınca oturmasını kalkmasını, konuşmasını da bilmezmiş, onları kendilerinden birisi temsil etsin diye mi kraliyet ailesinin maaşını vergilerinden kesiyorlarmış.. Mış mış da mış mış... İnsanın kendisini nasıl bu kadar rahat ikinci sınıf insan mertebesine koyabildiğini bir türlü aklım almıyordu..

Öte yandan, eli maşalı tipik bir İspanyol hatunu Letizia, son derece doğal davranışlarıyla pot üstüne pot kırıyor, yaptıklarıyla en başta İspanyol halkını daha da çıldırtıyordu :) Prens Felipe'nin televizyon kameralarının önüne geçip, Letizia'yı halkına müstakbel karısı olarak tanıttığı günü hiç unutamam; Söz Letizia'ya geçmiş, o heyecanla konuşurken, Prens Felipe kusur edip lafını kesecek oldu gelin adayının. Letizia da, 30 milyon İspanyol şu an nefesini tutmuş kusurumu arıyor demedi, bir saniye bile tereddüt etmeden milyonların önünde uyarıverdi Felipe'ye "ben konuşuyorum..." diye :) Bu skandal sonrası ertesi gün gazetelerde, televizyonlarda ve sokaklardaki kıyameti artık yine siz düşünün :)

Ama Felipe, tam bir beyaz atlı prens gibi davranarak, tüm itirazlara rağmen yılmadı ve 22 Mayıs 2004'de yağmurlu bir Madrid günü İspanya'yı dayatarak da olsa Prensesine kavuşturdu...

Kraliyet düğünleri ve merasimleri benim için ancak çocukluğumda okuduğum peri masallarından tanıdığım sahneler olduğu için, tüm bu olanları şaşkınlıkla izliyor, en ince detaylar için dahi kaçınılmadan yapılan harcamalar karşısında ağzım açık kalıyordu. Madrid sokaklarında düğün hazırlıkları haftalar öncesinden başladı. Çiçeği burnunda çift katedral çıkışı kraliyet arabasıyla Madrid sokaklarında dolaşıp halkı selamlayacaktı...Kortejin geçeceği yollar özenle süslendi.. Güzergah üzerindeki binaların balkon demirleri için kraliyet armalı örtüler, yine bu balkonlardan korteji seyredenler gelinle damadın üzerine atsın diye gül yapraklarıyla dolu torbalar ve konfetiler dağıtıldı...


Güzergah üzerindeki sokak lambaları çiçeklerle bezendi..


Artık herkes nefesini tutmuş büyük günü bekliyordu. Düğün Kraliyet Sarayı'ndaki karşılamayla başladı. Ardından misafirler, dini nikah için saraydan katedrale kadar boylu boyunca uzanan kırmızı halı üzerinde, günün tadını çıkarırcasına salına salına yürüdüler..


Çok geçmeden katedralin ilk gelin ve damadı da geldi...


Ve sonunda, Almudena Katedrali'nin kapısı 11 senelik bir bekleyişin ardından ilk olarak Asturias Prensi Don Felipe de Borbón ve bugünün Prenses Letizia Ortíz'i için bir daha kapanmamak üzere açıldı..


Katedral çıkışı kararlaştırıldığı üzere kortej yola koyuldu..


Son ana kadar inatla ayak direten, belki cayar mantığıyla demediğini bırakmayan İspanyollar nefesini tutmuş korteji bekliyor, Prens ve Prensesi yakından görmek için adeta birbirleriyle yarışıyorlardı.. Ve sonunda, evlendikten sonra da daha bir müddet, "hamile kalamıyor, kısır mı acaba, hamile kaldı şimdi de şişmanlamıyor, acaba bizi mi kandırıyorlar, yoksa hasta mı..." diye sonsuz tacizlere maruz kalacak güzel Prenses ve beyaz atlı prensi, İspanyolların ağzının suyunu akıta akıta önlerinden selam edip geçip gittiler...


Ne demişler? Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine..

13 Ekim 2010 Çarşamba

İspanya'da kahve isteme sanatı


İspanya'daki ilk aylarım, hatta itiraf ediyorum neredeyse ilk bir-iki senem, kahve kültürü sade, orta ve şekerliden öteye gitmeyen bir memleketin evladı olarak, bin bir türlü kahve ismi nedeniyle kafa karışıklığıyla geçti...

İspanya'da neredeyse sekiz farklı kahve hazırlama şekli ve içine katılan süt ya da kahvenin miktarına göre bunların farklı farklı isimleri var! İspanyolcaya mı yoğunlaşayım, kahve adlarına mı derken, ben tercihimi ilkinden yana yaptım.. Malum benim seçimim daima "café con leche" yani yarı yarıya sütlü kahve olunca, diğer seçenekler beni çok da ilgilendirmedi..

Ama olur ya sizin İspanya'da zamanınız kısıtlıdır ve ilk günden itibaren canınızın çektiği gibi bir kahve yudumlamak istersiniz... Nahoş süprizler olmasın dersiniz... Buyrun aşağıda size İspanya için kısa ve öz bir kahve dersi:

"NUBE" (Bulut): Bir bardak sıcak süte eklenen çok az miktarda kahve. Bu süte azıcık da olsa kahve tadı vermek için.

"SOMBRA" (Gölge): Bardağın dibindeki bir parmak kahve üzerine süt ilave edilerek hazırlanıyor.

"CORTO" (Kısa): Un corto de café, Café Corto, Café Cortado ya da sadece Cortado de denir. Bardağın yarısından biraz daha az kahve ve gerisi sütle tamamlanarak hazırlanıyor.

"MITAD" (Yarım): Café con Leche de denir. Bardağın yarısı kahve ve yarısı sütle doldurulmak suretiyle hazırlanıyor.

"LARGO" (Uzun): Un largo de café de denir. Bardağın yarıdan fazlası kahve ve gerisi süt doldurularak hazırlanan sertçe kahve.

"MANCHAO" (Lekeli): Café Manchado ya da Manchado diye de istenir. Kahvenin sertliğini almak üzere, bir bardak kahveye damlatılan birkaç damla sütten ibaret son derece koyu bir kahve. (Nube'nin tersi).

"SOLO" (Sade): Café Sólo da denir. Bildiğimiz sade kahve.

Ve işte ortamı daha da karıştırmak için, kaprisden ileri gitmeyen, tamamen zırva iki isim daha...

“SEMICORTO“ Ne Corto kadar az, ne de Mitad kadar çok kahve ve gerisi yine süt...

“SEMILARGO“ Ne Mitad kadar az, ne de Largo kadar çok kahve ve gerisi süt.

Kafalar karıştı değil mi? Buyrun Malagalıların kendilerine malettiği ama aslında tüm İspanya'da genel geçer kahve isimlerinin resimli şeması:


Artık sıcacık kahvenizi keyifle yudumlayabilirsiniz :)


Afiyet olsun!

12 Ekim 2010 Salı

Kraliyet Sarayı ve Bahçeler

Güne huzur içinde başlamak için Madrid'deki en uygun yerlerden birisine, Kraliyet Sarayının bahçelerinden Plaza de Oriente'ye (Doğu Meydanı) kahvaltıya gidiyorum..

Bilmeyenler için, İspanya sembolik krallıkla yönetiliyor.. Kararları devlet alıyor, kral ise formaliteden imzalıyor, pürüz çıkardığı pek görülmemiş.. Ama kralın ve kraliyet ailesinin asıl görevi ülkeyi yurtdışında temsil etmek. İşin ilginç yanı ise bu seçimin, Kralları Don Juan Carlos'a, Yunan asıllı Kraliçeleri Sofía'ya ve tüm kraliyet ailesine duydukları hayranlıktan ötürü bizzat İspanyol halkına ait olması.


Üstüne üstlük, bu sembolik hizmet için kraliyet ailesine maaş ödeniyor ve bu da yine İspanyol halkının ödediği vergilerden kesiliyor.. Bundan 20 sene önce, yani AB'ye girmeden önceki sefillik günlerinde olsa, "Ayranı yok içmeye tahtırevanla gider ..." derdik, ama bugünkü şartlar altında alan memnun veren memnun :)

Gidiş yolu olarak tercihimi, Plaza de España'dan Calle Bailén'e inerek beş dakikalık keyifli ve yemyeşil bir yürüyüşten yana yapıyorum...


Calle Bailen'e çıkınca üzerinden geçtiğim köprü beni hep üzülerek karşılaştırma yapmaya itmiştir.. Aşağıdaki fotoğrafta göreceğiniz üzre, köprünün o çirkin demirliklerini mor salkımlarla gizleyen ve bu uğurda üşenmeyip, aşağıda akan trafiği engellemesin diye her sene bitkiyi budatan güzel zihniyet benim ülkemde neden yok diye düşünür dururum... Resmin arka planında, yolun sol başında beni muazzam güzelliği ile karşılayan, eskiden Compañía Asturiaña de Minas'ın (Asturias Madenciler Şirketi) merkezi, bugün ise Consejería de Cultura de la Comunidad de Madrid'in (Madrid Kültür Bakanlığı) binası görülüyor..


Hemen ardında da Palacio del Senado, yani Senato Binası...


Yolun sağ tarafında boylu boyunca Jardínes de Sabatini (Sabatini Bahçeleri) uzanıyor. Sabatini Bahçeleri İkinci Cumhuriyet sonrası 1930'lu yıllarda, İtalyan Sabatini Kardeşler'in kraliyet atları için yaptığı ahırların yerine düzenlenmiş. Cumhuriyet Yönetimince kraliyet ailesinin mülklerinin bir kısmının kamulaştırılması esnasında, burası da halka açık bir park olmak üzere Madrid Belediyesi'ne verilmiş.


Ve bahçenin sonunda da tüm ihtişamıyla Palacio Real (Kraliyet Sarayı) yükseliyor..


Kraliyet bahçeleri sadece Sabatini Bahçeleriyle sınırlı değil.. Sarayın batı cephesinden aşağıdaki Paseo de la Virgen del Puerto'ya kadar uzanan yirmi hektarlık bu alabildiğine yeşillik yine Kraliyet Sarayına ait Campo del Moro (Arap Bahçesi).


İçinde 150 yıllık ve 70'den fazla ağaç türünü barındıran bu devasa bahçe, tavuskuşu, sülün, kumru ve güvercin gibi birçok kuşa da ev sahipliği yapıyor...


Campo del Moro'nun Saray dışında kalan üç cephede kapısı var. Batıdaki Paseo de la Virgen del Puerto kapısı ana giriş. Burası bahçenin saraya en uzak olan aşağı kısmı. Ziyaretçilere belli saatlerde de olsa açık.


Ancak bahçenin saraya yakın yukarı bölümünde bulunan kuzeydeki Cuesta de San Vicente ve güneydeki Cuesta de la Vega kapıları halka kapalı. İspanyolların tabiriyle "mavi kandan" yani kraliyetten değilseniz, bu iki kapı arasında uzanan şu masalsı yolu siz de benim gibi, ancak fotoğraflarda görürsünüz :(


Sebatini Bahçelerini seyrede seyrede sonunda Plaza de Oriente'ye varıyorum...


Burası Palacio Real ve Teatro Real arasında boylu boyunca uzanan, Jardínes de Sabatini ve Campo del Moro'dan sonra Kraliyet Sarayı'nın üçüncü bahçesi.. Aşağıda meydanın Tiyatro Binası'ndan çekilmiş bir fotoğrafı..


Meydanın ortasında Felipe IV'ün at üzerinde heykeliyle süslenmiş bir havuz...


Havuzun iki yanında ise, adeta nöbet tutan birbirinden güzel heykellere bezenmiş yürüme yolları var...


Ve işte karşınızda dünyanın en yakışıklı kocası ve Majesteleri İspanya Kralı'nın resmi rezidansı Palacio Real (Kraliyet Sarayı). Kraliyet ailesi bugün burada yaşamıyor olsa da, devlet kutlamaları ve temsiller burada yapılıyor.


135000 m2 alanı ve 3418 odasıyla Doğu Avrupa'nın en büyük sarayı... Sarayın kökleri müslüman Toledo Kralı'nın IX. yüzyılda savunma amacıyla kurdurduğu surlara dayanıyor. 1734 yılında çıkan bir yangınla ne var ne yok herşey talan olunca, zamanın Kralı Felipe V, aynı yerde bundan sonra olabilecek yangınlara karşı taştan ve tuğladan bir saray istiyor. Yeni sarayın yapımı 1755 yılında bitiyor. Burası Kraliyet Sarayı olmasına rağmen, farklı dönemlerin yöneticileri de burada yaşamış... Sonuç olarak Cumhuriyetçiler döneminde sarayın adı "Milli Saray", Franco Diktatörlüğü zamanında ise "Doğu Sarayı" olmuş :)


Yeri gelmişken bir şehir efsanesini de sizlerle paylaşmadan edemeyeceğim.. Söylentiye göre, sarayın inşaası öncesi kral bunun dünyanın en güzel sarayı olmasını ve dolayısıyla dönemin en iyi mimarını istemiş. Sarayının bir benzerinin yapılması fikrinden son derece tedirgin olan kral, iş bitiminde mimara sarayın aynısını yeniden inşaa edip edemeyeceğini sormuş. Zavallı mimarın yanıt hiç tereddütsüz evet olunca da, onu hapse attırarak planları çizemesin diye gözlerini kör ettirmiş ve bilgi aktaramasın diye de dilini kestirmiş. Mimar hapiste ölmüş. Ölümünden sonra, kral mimarı şereflendirmek adına, kafatasının sarayın cephesine gömdürmüş. Kafatasının üçgen taçlı birinci kat pencerelerinden birine gömülü olduğu söylenir...

Palacio Real ile karşı karşıya duran, tiyatro gösterileriyle olduğu kadar operalarıyla da ünlü, dolayısıyla önündeki metro durağına "Opera" denmesine vesile olmuş Teatro Real'i unutmuyoruz..


Tiyatro binasının hemen yanıbaşında da, favori kahvaltı mekanlarımdan Cafe de Oriente...


Almudena Katedrali ziyareti ve biraz da dedikodu öncesi, meydan ve saray manzarasına karşı her zamanki gibi sıcacık bir "croissant a la plancha" (tost edilmiş sade kruvasan) ve yanına da "café con leche" (sütlü kahve) istiyorum.


Siz kahveyi başka türlü isterseniz, buyrun size İspanya'da kahve isteme sanatına dair bir yazı :)

Afiyet olsun!