20 Kasım 2010 Cumartesi

Oley, oley ve oley!

İspanya deyince ilk akla gelenlerden biri de boğalar.. Hayvanları koruma dernekleri bu katliamı durdurmak için ellerinden geleni yapadursun, özellikle eski jenerasyonun çokça ve bazen orta yaşlıların ve hatta gençlerin dahi rağbet ettiği, hala son derece geçerli, köklü bir İspanyol geleneği boğa güreşleri..

İspanya AB'ye girdiğinde, uyum yasaları gereği, güvenlik nedeniyle yol kenarlarındaki reklamların kaldırılması istenmiş. İspanyollar da hepsini kaldırırız ama birtanesini asla demişler. Ve dediklerini de yapmışlar. Bilin bakalım bu neymiş... Osborne markasının, konyağını tanıtmak için ülkenin tüm karayollarına serpiştirdiği, yaklaşık 14 metrelik devasa bravo boğası, uyum yasalarından nasibini alarak siyaha boyanmış haliyle, bugün İspanya'nın bir simgesi.


Boğa güreşlerinde kullanılan boğalar bildiğimiz cinsten farklı olarak, çok daha iri cüssesi, güçlü yapısı, uzun boynuzları, asabi ve saldırgan karakteriyle bilinen "bravo boğaları". Bu cinsin anavatanı ise İber Yarımadası, yani İspanya.

Boğalar tabiatları gereği sıcak iklim sevdiklerinden, boğa güreşinin İspanya'daki sezonu Mart ayında başlayıp Ekimde sona eriyor. Durum böyle olunca, hayatını sözüm ona bu "sanata" adamış kişiler de, çözümü Ekim sonrası yeni boğa güreşleri için güneşi takiben Meksika'ya ve Venezüela'ya göçmekte bulmuş.

Madrid'deki La Plaza de Toros de Las Ventas (Ventas Arenası), 61,5 metrelik çapı ve 23.798 seyirci kapasitesiyle İspanya'nın en büyük, Meksika ve Venezuela'dakilerden sonra dünyanın ise en yüksek kapasiteli üçüncü arenası.


Arena 1934 yılında açılmış. Katolik Krallar zamanında dinlerini terketmeye zorlanan farklı inançlarda insanlar arasında, onu içine gömüp sanatıyla dışa vurmaya çalışan müslümanların yarattığı mimari bir akım olan neomudejar tarzında.. İşte pencerelerinin Arap mimarisini andırması bundan..


İspanyol matadorlar için bu arenada güreşmek, kariyerlerinde gelebilecekleri en üst nokta. Çünkü arena sadece en iyilere açık. Ama iş sadece buraya erişmekle de bitmiyor. Bir de güreş sonrası buranın büyük ana kapısından elinde boğanın iki kulağı ve kuyruğuyla, omuzlar üzerinde çıkarılabilmek var ki, bu bir matadora verilebilecek en büyük ödül ve herkese nasip olmuyor ;) Bunun için matadorun gerçekten kusursuz bir gösteri sergilemiş ve hayvanı, boynunun üst kısmından kalbine inen o tek noktadan tek bir kılıç darbesiyle, ona hiç acı çektirmeden öldürerek alt etmiş olması gerekiyor.. İşte Ventas Arenası'nın önündeki heykelde bu onura layık görülmüş bir matadorun heykeli..


Boğayla ona eziyet etmeden güreşmek ve ona böyle acısız bir ölüm yaşatmak, o matadorun ne kadar usta bir dövüşçü, nişancı ve sanatkar.. evet yanlış duymadınız sanatkar olduğunun bir göstergesi. Keza İspanyollar boğa güreşinin bir sanat olduğunu düşünüyor. İnsanla boğanın karşı karşıya gelerek güçlerini yarıştırdıkları görsel bir sanat...

Ancak bir de madalyonun öbür yüzü var ki, insanoğlunun düzenbazlığını ve riyakarlığını bir kez daha gözler önüne seriyor; Normal şartlarda bir insanın bir bravo boğasıyla karşılaşması, gücünü yarıştırması söz konusu bile değil... Bu hayvan kendi ortamında değil bir insan, karşısına on tanesi çıksa duman edecek güçte. Ancak zekası akıllara zarar, insan denen vahşi yaratığın eline düşmeye görsün.. Bakın bir boğa güreşe nasıl hazırlanıyor:

Öncelikle hayvanı daha nefes kesici bir gösteri olsun diye sinirden çıldırtmak için, hareket kabiliyetini sıfırlayacak kadar küçük ve karanlık bir kafese hapsediyorlar. Bu kadarı yetmezmiş gibi, canı yanıp daha çok çıldırsın diye toynaklarının arasına dikenler koyuyorlar. Günlerce karanlıkta hareketsiz kalan hayvan, güreşmesi için kafesin kapağı açıldığında aniden gözüne giren güneş ışığıyla daha da sinirleniyor. Ve bulduğu bu ilk delikten bir ok gibi fırlayarak, günlerce biriktirdiği enerjisi ve siniriyle önüne ilk çıkana ölümüne toslamak için kendini arenanın ortasına atıyor.. Ama o da ne.. Toprak zeminde kusursuz bir kavrama sağlayacakken ayaklarının altında attığı her adımda kaymasını, dengesini kaybetmesini, düşmesini ve yorulmasını sağlayan tanımadığı kumdan bir zemin var!

Derken karşısına ellerinde 2-3 metrelik, ucu çivili sopalarıyla atlılar çıkıyor. Atlarının üzerinden uzun sopalarının çivili ucuyla boğayı kaypakça, uzaktan uzağa dürtüyor, kışkırtıyor ve onu yaralayıp kanını akıtarak güçten düşürüyorlar.



Bu arada boğa, derdine derman olmasa da sinirinden yetişebildiği tek yere tosluyor... Atın karnına.. Varsın vursun, nasılsa o at da artık yarışlarda işe yaramayan, gözden çıkarılmış yaşlı atlardan... Bir güreşlik ömrü var... Hem zaten tedbiri de alınmış; atın karnını örten kalkan, yaralandığında dışarı çıkabilecek bağırsaklarına da örtü görevi görecek..

Tam da boğa deli danalar gibi ordan oraya koşmaktan ve kan kaybından tükenmiş, hareketleri yavaşlamışken beklenen an geliyor.. Bir boğa kadar güçlü kuvvetli, taze mi taze insanoğlu ile bitap düşmüş boğanın adil mücadelesi (!!!)...



Unutmadan, bir de acil durum manevraları var tabii. Olaki bizim güçlü matadorun ayağı kaydı, yavaş kaldı, dikkati dağıldı ve o ya da bu sebeple boğa karşısında yenilir gibi oldu, derhal ellerinde kırmızı pelerinleriyle ikinci üçüncü adamlar devreye girerek, boğanın dikkatini dağıtıyorlar, taa ki matador kendine gelene kadar..

Tüm bunlara rağmen, allahın taktirinden nasibini alan matadorlar da çok tabii.. İspanyol tarihi gözüne, kasığına, vs. boynuz yiyerek yaşamını yitiren matadorlarla dolu.. Ama o durumlarda kimse o boğalar için "Olé, olé y olé!" naraları atmıyor...



Peki kazanan boğaya ne oluyor diye merak etmişsinizdir.. Aslında çoğu durumda kazanmaktan ziyade, "kazanacak gibi" olduklarında matador tarafından "hayatları bağışlanıyor" onlara.. Bu çok güçlü ve değerli boğalar damızlık ilan ediliyor ve kendileri gibi iyi güreşecek boğalar üretmek üzere çiftliklere yollanıyor..

Arenaların dışında boğalar için savaşan, hayvanlarla empati kurma becerisine sahip insanların sayısı da hiç az değil.. İşte Ventas Arenası'nın önünde eylem yapan bir grup..



Sırtlarında çivili sopalar kan revan içinde, kendilerini boğaların yerine koymuş, bir katliamı canlandıran insanlar...



Boğa güreşlerinin yanısıra bir de "Sanfermines" kutlamaları vardır ki, evlere şenlik! Sanfermines, her sene İspanya'nın kuzeyinde yeralan Pamplona'da 6-14 Temmuz tarihleri arasında San Fermín'in anısına düzenlenen bir kutlama. Sanfermines kutlamalarının en ünlü aktivitelerinden birisi de hiç şüphesiz "boğaları saldım çayıra mevlam kayıra" etkinliği :)



7-14 Temmuz arası hergün sabah saat sekizde başlayıp birkaç dakika süren, boğalar arkada, İspanyollar önde, sarhoş İngilizler arada :D şeklinde gerçekleştirilen 849 metrelik bir koşu bu.

Sanfermines kutlamalarında boğa güreşlerine çıkarılmayan dişi bravo boğaları, hakları kalmasın varsın onlar da sokaktakileri avutsun mantığıyla ortalığa salınırlar.. Ama ne avutmak.. Dişiler de genlerindeki asabiyeti fazlasıyla gösterir..



Bu boğalar karşısında Sanfermines için özel olarak İspanya'ya gelen, adrenalin isteyen, öncesinde de "birkaç" bira içmekte hiçbir sakınca görmemiş, üstüne üstlük boğalar hakkında hiçbirşey bilmeyen İngilizlerin vay haline..

Siz siz olun Sanfermines'e katılacak olursanız koşunuz eksik kalsın. Yok ben illaki katılacağım derseniz baktınız boğadan kaçış yok, hemen boylu boyunca yere uzanın bari.. aksi taktirde sizin de sonunuz şöyle olur..



Tarih bu duruma düşen şaşkın bir Türk yazmamış henüz, aman siz ilk olmayın. Allah muhafaza..

4 Kasım 2010 Perşembe

Madrid'de bir lezzet durağı: La Cava Baja

Ünlü pazarı Rastro, tapas barları, restoranları, cafeleri ve tarih dolu sokaklarıyla La Latina, Madrid'in hiç şüphesiz en kıpır kıpır, sıcacık semtlerinden..


"La Latina" adını XV. yüzyılda burada yaşamış olan yazar, şair ve humanist Beatriz Galindo'dan alır.


Beatriz Galindo, Latince'ye olan düşkünlüğü ve yeteneğiyle klasik metinler konusunda dönemin en yetkin ismi haline gelmiş ve böylece "La Latina" lakabını almış. Bunun sonucu olarak Kastilya Kraliçesi Isabel, Beatriz Galindo'yu kendisine Latince dersleri vermek üzere görevlendirmiş. Beatriz Galindo'nun ömrünü geçirdiği saray, "El Palacio de Viana" da La Latina semtinde.


"La Cava Alta" ve "La Cava Baja", La Latina'nın birbirine paralel başlıca sokakları. İsimleri eskiden şehir surların dışında kalan ve acil durumlarda kapılar kapalı da olsa, şehre gizlice giriş çıkış sağlayan çukurlardan geliyor. Bu sokaklardan La Cava Baja, mallarını San Miguel Sabit Pazarı'nda satmak üzere Castilla'dan gelen tüccarlara yatacak yer sunan hanlar ve yiyecek sunan restoranlarla doluymuş. Aşağıda Cava Baja'nın o zamanlardan, yani 1934 yılından görüntüsü..


Ve işte bu da bugünden bir kare..


Yeri gelmişken, içinde alışveriş etmeye doyum olmayan, Plaza Mayor'un hemen yanındaki, Madrid'in eski yapılarından "El Mercado de San Miguel"'e (San Miguel Sabit Pazarı) değinmeden geçemeyeceğim. San Miguel Pazarı'nın üzerinde bulunduğu alan 1809 yılından itibaren halk pazarı olarak kullanılmış. 1913-1916 yılları arasında ise pazar binası, İstanbul Hali'nin de mimarı olan zat tarafından son halini almış.


Eskiden sadece pazar standlarından ve gıda üzerine dükkanlardan oluşan pazar yerinde, yakın zaman önce yapılan restorasyon sonrası gurmelerin uğrak yeri olan tapas barlara da yer verilmiş.

Tekrardan La Cava Baja'ya dönecek olursak eskiden kalan mirasla bu sokak, bugün ünlü tapas barları, tavernaları ve muazzam restoranlarıyla uğramadan dönülmemesi gereken, Madrid'in en önemli lezzet duraklarından birisi. O eski hanlardan beş tanesi, han olarak değilse de, hala yerinde duruyor.

Bunlar; 1642'den kalma, bugün restoran olarak hizmet veren, Cava Baja 9 numaradaki La Posada de la Villa..


Günümüzde konut olarak kullanılan, Cava Baja 6 numaradaki la Posada de San Isidro ve 12 numaradaki El León de Oro...

1868'de misafirhane olarak inşaa edimiş, içinde arap surlarının kalıntıları olduğu için bugün koruma altında olan, Cava Baja 14-16 numaradaki La Posada del Dragón (Ejderhalı Han)...


İşlevine uygun olarak her katı küçük odalara ayrılmış, giriş katı ise misafirlerin atları ve arabaları için tasarlanmış bu hanın butik otele çevrilmesi planlanıyor.


1740'den kalma, Cava Baja 30'daki La Posada de San Pedro (Aziz Pedro Hanı)... Bu hanın ismi 1921 yılında, sahibinin Segovialı olması nedeniyle Mesón del Segoviano (Segovialı'nın Evi) olarak değiştirilmiş.


Burası zamanında hem tüccarları, hem dönemin entelektüellerini ve yazarlarını ağırlamış. Hem han, hem de restoran olarak hizmet vermiş. Son yıllarda ise "Casa Lucio" ismiyle, La Cava Baja'nın en ünlü tapas barına ev sahipliği yapıyor.


Benim yabancı bir ülkede denemek isteyeceğim "yeni", "farklı" lezzetler dahilinde olmasa da, Casa Lucio'nun en meşhur tabağı "Huevos Estrellados", yani bildiğiniz patates kızartması üzerine yayılmış sahanda yumurta..


Bunun dışında çok daha lezzetli seçenekler de var tabii.. Mesela "surtido de ibéricos" (domuz eti sevenler ya da denemek isteyenler için soğuk et tabağı), "pimientos de padron" (kızarmış biber, aman dikkat tatlı diye kaptırıp gitmeyin, bir tabakta 3-4 tane acı çıkar onlar da çok can yakar), deniz mahsülü sevenler için "mejillones" (midye), "berberechos" (tarak)..


Sebze isteyenler için "esparragos a la plancha" (ızgarada kuşkonmaz) ya da "setas a la plancha" (ızgarada istiridye mantarı)..


Hububat seviyor ve domuz etine hayır demiyorsanız, hele hele mevsimlerden kışsa, bu restoranda sadece çarşambaları pişen, Madrid'in en tipik yemeklerinden "Cocido Madrileno" (Madrid usulü domuz + dana + tavuk etli, sebzeli nohut)...


Ya da salıları pişen "Fabada Asturiana" (Asturias usulü fasülye)...


Ama siz taa İspanya'ya kadar gelmişken nohut, fasülye mi yiycem, farklı birşey olsun diyenlerdenseniz... buyrun sizin için de "Rabo de Toro" (Boğa kuyruğu) :D


Ve sıra tatlı faslına geldiğinde "flan" (krem karamel - tarif için tık tık), İspanya'ya özgü "cuajada" (Keçi sütü ve doğal peynir mayasıyla yapılan, pıhtılaşmış süt diyebileceğimiz, yumuşak kıvamlı, kremsi bir tatlı. Tek başına ne tatlı ne tuzlu. Üzerine bal ya da şeker döküldükten sonra karıştırılmadan kaşıklanarak yeniyor. Aksi taktirde kesiliyor, cıvık yoğurt kıvamını alıyor. Bu tatlının kökeninin tarih öncesi çağlara dayandığı söylenir. O zamanlar çobanlar sütü "kaiku" denen ahşap kapların içinde kaynatır, içine de cuajada'ya kendine has füme tadını veren kızgın bir taş koyarlarmış. Hafif tatları sevenler denesin derim..)

Buz gibi bir "Sorbete de limon" (limon şerbeti - tarif için yine tık)


Ya da tadına doyum olmayan "Tarta de Santiago" (Bademli kek - yine tık tık)


Eveeet, bunca konuşmadan sonra artık biraz da ziyafet zamanı. Buyrun La Cava Baja'daki soframıza :)


Afiyet şeker olsun!