16 Aralık 2011 Cuma

Male'den ilk notlar

İstanbul'a ve sevdiklerimize kavuşmak için gün sayıyoruz.. Aslında Addu'yu yağmuruyla başbaşa bırakıp İstanbul yollarına düştük bile. Uçağımız Cumartesi Male'den kalkacağı için, bir Cuma daha heder olmasın diye Perşembeden geldik. Medeniyete alıştıra alıştıra yumuşak bir geçiş yapalım diye..

Addu'dan çıkmak üçümüze de çok iyi geldi ama en azından biz yetişkinlerinki eksik bir sevinç. Anlamakta zorlanabilirsiniz.. Bu dönüşün bir de geri gelişi olduğu gerçeği sevincimizi kursağımızda bırakıyor. Son iki üç haftadır, okyanusun ortasında minik bir adada yaşamanın getirdiği, engel olamadığım korkular geliştirmeye başlamıştım. 2012'nin yaklaşmasının da payı var tabii bunda :) En son rüyamda biz uyurken tsunami olmuş, uyandığımda deniz suları bizim bahçeye kadar gelmişti..

Gerçekten çok zorlandık bu sefer, buranın hiçbirşeyini sevemedik. Hemen her günü hayallerle dolu gece sohbetleriyle sonlandırıyoruz. Son zamanlarda bize güç veren tek şey bu sanki. Bazen sonbaharda Fransa'nın güney kasabalarına inip o sevimli restoranlarında sıcak bir çorba içiyor ya da güneşli bir Akdeniz gününde İspanya'da tapas yiyoruz, bazen de serin bir yaz akşamı Moda'da çaylarımızı ya da Sapanca kışında şömine başında şaraplarımızı yudumluyoruz. Hayallerimizin değişmezi hep medeniyet özlemi. İş en son dün gece İkea'da olmak istemeye kadar ulaştı, durum o kadar vahim. Bu sıkıntılı izole hayatın bize ne kazandırdığını şu an tam olarak kavrayamıyorum. Ama inanıyorum ki hepimiz olmamız gereken yerde, yaşamamız gerekeni yaşıyoruz. Hiçbirimiz için olduğumuz yerden ve durumdan daha iyisi yok, biliyorum.. Onun için dertlenmeyi kesiyorum.

Male'deki otel odasının penceresinde etraftaki irili ufaklı adalar gözüküyor. Hepsinin farklı bir işlevi var. Hemen karşıda yakıt için kullandıkları küçük bir ada gözüküyor. Onun hemen sağında ise havaalanı adası.



Şehir bir güne sığacak kadar küçük. Ara sokaklarında tek tük sevimli mekanlar olsa da...



Genelde çirkince olduğunu söyleyebilirim.


Burası da civar ülkeler gibi bir motor ve eski bisiklet cenneti...




Haksız da sayılmazlar. Hız sınırı 35 km. olan bu ülkede araba almanın, hele ki spor araba alıp marifetlerini görme dürtüsüyle aleti bu hale getirmenin ne alemi var..


Daracık ara yolları dahi vızır vızır motosikletlerden fırsat bulup geçebilmek marifet.


Addu'ya göre daha gelişmiş. Ama vitrinlerde rengarenk başörtüleriyle boy gösteren mankenlere inat...


Maldivlerin şehirli kadınları simsiyah. Ara sıra karşınıza çıkan Hintli kadınlar, bellerini açıkta bırakan rengarenk sarileriyle medeniyetin sembolü gibi hissettiriyor.


Görülecek yer oldukça az. Biz Cuma gününe denk geldiğimiz için en görülmeye değer yer olduğunu sandığım, Maldivler'in islam öncesi kral, kraliçe ve islam sonrası sultanlarına ait eşyaların sergilendiği Ulusal Müze'den (The National Museum) mahrum kaldık.

Geriye İslam Merkezi'ni (Islamic Center) de içinde barındıran, altın minare ve kubbesiyle Maldivler'in 5000 kişi kapasiteli en büyük camisi Grand Friday Mosque..


ve cuma namazına denk geldiğimiz için imamın aşağıdaki kareden iki saniye sonra bizi gavur sanıp elinde terlikle kovaladığı Hukuru Miskiiy Camii kaldı.


Aslında girişindeki şu tabelayı çıktıktan sonra değil, fotoğraf çekmek için bahçesine dalmadan önce görsek, muhafazakarlıktan uzak giyimimizle nasıl karşılanacağımızı tahmin edebilirdik:


"Bu kutsal cami sadece ibadet etmeye gelen müslümanlara açıktır. Camiyi görmek isteyen gavurların Diyanet İşleri Yüksek Konseyi'nden izin alması gerekmektedir" - Halbu ki "Gel, gel, ne olursan ol yine gel" diye ne güzel demiş Mevlana...

Mercan ve ahşap kullanılarak inşaa edilmiş, ince süslemelere sahip 1956 yapımı cami Maldivler'in en eski camisiymiş bu arada.


Grand Friday Mosque'un hemen karşısında bugün devlet başkanının ofisi olarak kullanılan, 1906 yılından kalma Mulee-aage bence şehrin en güzel binasıydı.


Şehrin en ilgi çekici yerleri ise hiç şüphesiz yerli halkın mekanları balık pazarı, sebze pazarı ve sahil yoluydu.. Ama şimdilik uyku, çünkü yarın Abbas yolcu..

10 Aralık 2011 Cumartesi

Maldivian breakfast

Hayatınızda küçük bir değişiklik yapıp Maldivler kahvaltısı denemek ister misiniz? Uçak biletinizi adresinize yolluyorum, havaalanında görüşürüz!!! Demek isterdim... Ama şiddetle muhtemel "Biz mi kahvaltı edecektik karasinekler mi?", "Bu ne sıcak!!!!", "Aaaa şimdi de yağmur başladı...", "Bu ne çok sivrisinek!" diye ardı ardına sıralayacağınız için, size de kendime de güzellik edip kahvaltıyı size getirmeyi yeğledim ;) Dilerseniz kahvaltı masasının yanına Maldivler manzaralı bir poster açıp ortam yaratabilirsiniz :) Yapay da olsa buradakinden çok daha rahat, huzurlu ve keyifli bir kahvaltı olacağını size temin ederim.

Saat sabahın dokuzu. Ama güneş öyle güçlü ki, Türkiye'de öğlen ikide ancak bu kadar olur. Kendimizi kahvaltı yapacağımız cafenin en gölgeli masasına attığımızda gözlerimizi kısmaktan uyuşmuş alın çizgilerimiz gevşiyor. Bizi herzamanki samimiyetleri ve sıcakkanlılıklarıyla karasinekler karşılıyor.



Ardından garson geliyor. Ülkenin yegane güzel tadı, Maldivler kahvaltısının olmazsa olmazı "Mashuni Roshi" istiyoruz. Yabancılar için uydurulmuş turistik adı "Maldivian breakfast". Ton balığına bazı malzemeler katılarak hazırlanan harcın adı Diveghi dilinde "mashuni". "Roshi" denen lavaş ekmekle servis edildiği için bu adı almış. Genelde yanında sosis ve sade omlet de veriliyor. Omlete hiç diyeceğim yok ama sosisden tasarruf edebilirsiniz bence, ton balıklı dürümün neresine yakıştırdıklarını hiç anlamıyorum. Damak tatlarının gelişmemiş olmasına verin. Mashuni tarifi için tık tık.


Biz yanına taze sıkılmış portakal suyu istiyoruz. İlk siparişimizde "Şekerli mi şekersiz mi?" sorusuna dehşetle "Tabii ki şekersiz!!" diye cevap vererek ukalalık edip ağzımızın payını aldığımızdan bu yana, portakal sularımızı nazik bir gülümseme ve yumuşakbaşlılıkla şekerlisinden istiyoruz. Üzeri dört parmak köpüklü asortik portakal suyumuz geldiğinde de bardağı portakallı kısmından görmeye çalışıyoruz. Burada portakal suları %50 portakal %50 su. Neden mi? Muhtemelen ihraç malı portakallar bol keseden kullanıldığında bütçeyi sarsıyor, ama Maldivlilere soracak olsanız onlar yine burunlarından kıl aldırmaz ve "Biz Maldivliler böyle severiz" derler :D


Bardağın ağzındaki minik kahvaltı ortağımızı bu karede resimlemeyi hiç ama hiç istemezdim. Hatta bunun için çok da uğraştım ama inanın mümkün olmadı. En sonunda pes ettim ve sizinle gerçeği tüm şeffaflığıyla paylaşmaya karar verdim. Sineklerden bunaldığımızı gören garson, az sonra her zamanki gibi masamızın ortasına mum koyuyor.


Biz beş-altı ayda bunun karasineklere karşı bilimsel bir caydırıcılığının olmadığını anladık, ama bunun etkili olduğuna inanarak mutlu olan Maldivlileri rencide etmemek için susuyoruz. Biz kahvaltımızı yaparken karasinekler Duru'nun beslenme torbasından besleniyor..


Gölgede dahi bunaltan sıcak yerini aniden ılık bir rüzgara ve şiddetli yağmura bırakıyor. Üzeri tenteli masamızda çaylarımızı yudumlarken bu kısacık yağmurun keyfini sürüyoruz..


Beş dakika sonra ne yağmurdan ne de izlerinden eser yok. Yeniden sıcak hüküm sürüyor. Karasineklerin yağmura odaklanmamızdan istifade edip Duru'nun kahvaltısının artıklarına "yoğunlaştıklarını" görüyoruz.


Kahvaltı sonunda Hintli arkadaşımız Prasad, kendi ülkesinde de adet olduğu üzere Hindistan'da "Meetha Paan", Maldivler'de ise "Dufah" denen bu "sindirim tabağından" istiyor.


Tabaktaki yeşil yapraklar buralara özgü betel yaprağı (betel leaf). Betel yaprağı karanfile benzeyen oldukça yoğun aromasıyla bibergillerden, uyarıcı ve anti-bakteriyel bir bitki. Calcutta Üniversitesi'nde yürütülen bir araştırmaya göre hücre bozulmasını önlüyormuş. Bitkinin üç ana maddesi – Bagerhati, Ghanahgete ve Kauri'nin hücre hasarını önlemek konusunda çaydan çok daha güçlü bir potansiyeli varmış. Betel yaprağının çiğnenmesi tükürük salgısını artırırken, bağırsak parazitlerine karşı da koruyormuş. Minik kapağın içinde gördüğünüz uçuk pembe şey misket limonu macunu (lime paste). Daire şeklinde kahverengi şeyler ise yine bu bölgede yetişen Aracnut isimli bir tür ceviz. Tuzluğun içindeki son derece yoğun aromalı, tatlı bir toz. Ve nihayet tanıdık birşey; karanfil!

Prasad denemem için betel yaprağının üzerine az miktar limon macunu sürüyor. Üzerine aracnutları koyup bolca tatlı toz serpiyor. Yaprağı sarıyor ve karanfili iğne gibi kullanarak onu sıkıca tutturuyor.



"Tadı nasıl acaba?", "Biz bu malzemeleri burada bulamayız ki!" gibi boş tasalara kapılanlar için buyrun adım adım sonucu :)


Yararlarını saymakla bitiremeseler de ben bu tada 30 saniye ancak dayandım (üst sağ resim), artık almıyorum.

9 Aralık 2011 Cuma

Adaptasyon sorunu

Bugün Akman'a, şimdi bana Libya mı Maldivler mi deseler Libya'yı tercih ederdim dedim.. Sosyal baskıdan dolayı bloğa henüz tek kelime yazamadığım, tek fotoğraf koyamadığım Libya'yı.. Şoförsüz sokağa çıkıp gezemediğim, ama evimizin bahçesine çıkıp taptaze, tertemiz havasını soluyabildiğim.. Cafesi, restoranı, sineması olmayan, sırf süpermarketten, bol kasap ve manavdan ibaret... Yemekleri berbat olsa da evde harikalar yaratılabilen Libya'yı.

Hindistanlı gençler arasında dolaşan "en iyi ve en kötü ilk 10" listelerinde Maldivler en kötü yemek yapan Asya ülkesi olarak geçiyormuş. Aslında onca sene İngilizler'in etkisinde kalmış bir ülkeden farklı bir sonuç beklenemezdi. Ama yıllarca İtalyan sömürgesi olup da spagetti yapmayı bile öğrenememiş Libya benim bu konudaki bütün ezberimi bozdu.

Bunu önceden bilsem beklentilerimi daha aşağıda tutar, orda ne deniz mahsülleri vardır diye heves edip bu kadar hayal kırıklığı yaşamazdım belki. Ama bir ömür bembeyaz sahilleri, turkuaz rengi sularıyla cennet köşesi diye sattıkları Maldivler'de tutuculuğa ve sivrisineklere alt olmanın getirdiği hayal kırıklığını yine yaşardım.

Hayal kırıklığı bende öyle bir safhaya ulaşmış ki geçen gün kendi kendime şaşırdım... Bandos'dan bozuk yumurtalar diyarı Addu'ya döndüğümün ertesi günüydü. Attan inip eşşeğe binmenin çöküntüsüyle mutfakta çalışırken, Zamira tezgahın üzerinde gördüğü resorttan aşırdığım tahıllı ekmekleri nerden bulduğumu sorma gafletinde bulundu. Sormaz olaydı.. Patlamak için uzun süredir fırsat kollayıp nihayet amacına ulaşan menepozlu kadın (MK) psikolojisine bir de Zamira'nın beni daha da tetikleyen sinir bozucu cevapları eklenince içimde ne var ne yoksa döktüm. İşte konuşmamızdan can alıcı diyaloglar:

MK: Bu adanın sorunu ne bilmiyorum. Hiçbirşey üretmiyorsunuz, herşey dışardan geliyor. Dondurulmuş, çoğu zaman bozuk, en iyi ihtimalle bayat... Nasıl olur da koca adada tek bir fırın olmaz ki?
Z: (Gözlerini hayretle kocaman açarak) Var! Hemen sizin arka sokağınızda bir bakery var.(Tahmin edemeyeceğiniz kadar ilkel bir pastaneden söz ediyor. Şu ana kadar beni en çok etkileyen özellikleri galete olmamasına rağmen galete unu satabilmeleri)
MK: Zamira fırın dediğin ekmek yapar, beyaz, siyah, tahıllı... O bakery iki üç çeşit tatlı ve tost ekmeğinden başka birşey satmıyor. Onu da kendileri mi yapıyor emin değilim.
Z: Çünkü Maldivliler bir tek bu ekmeği seviyor.
MK: Zamira, tost ekmeği dünyanın her yerinde sadece tost ve sandviç yapmakta kullanır ama siz onu ekmek niyetine yiyorsunuz.
Z: (Söylediğine gerçekten inanarak): Evet çünkü biz bir tek onun tadını seviyoruz.
MK: ?????????!

********

MK: Nasıl olup da %99'u denizden oluşan bir okyanus ülkesinde tek yediğiniz şey balık olur? Üstelik de tek tür balık: TON!
Z: Var, başka balıklar da var.
MK: Nerde söyle, çünkü biz gerçekten bulamıyoruz ve ton yemekten çok sıkıldık.
Z: İnsanlar çıkarıyor. İsterseniz çıkarırlar.
MK: Hangi insanlar?
Z: Bilmiyorum, ama çıkarıyorlar istediğinizde.
MK: İşte bundan bahsediyorum, normal şartlarda balık almak için balıkçıya gidilir, balıkçı da herkesin damak tadına ve bütçesine göre balık satar. Tezgahtaki çeşit çeşit balıkların arasından seçersin. Sipariş üzerine balık avlanmaz.
Z: Çünkü Maldivliler sadece ton seviyor, öbür balıkları sevmiyor.
MK: Yani bana Maldivler'de bizden başka ıstakoz, yengeç, ahtapot, istiridye, midye yemek isteyen olmadığını mı söylüyorsun?!!!!!
Z: (Yüzünü buruşturarak) Biz öyle şeyler yemeyiz..
MK: ............

******

MK: Zamira, hadi sizden geçtim, ama çocuklar? Bir tek bufalo eti ve tavuk, ki onlar da yurtdışından dondurulmuş geliyor. Dondurulduğunda bunlar besin değerlerini kaybediyor. Üstelik kimbilir kaç kez çözülüp tekrar donduruluyorlar. Yumurtalara baksana. Bu sıcakta gelene kadar yollarda telef oluyorlar, kırdığın her üç yumurtadan biri bozuk.


Daha bu sabah kırdığım 11 yumurtanın altısı bozuk çıktı! Çocuklara bunları yediriyorsunuz da, tazelerini neden üretmiyorsunuz.
Z: Taze et çok pahalı.
MK: Gümrüklü etten daha mı pahalı?! Hem nerde sattılar da biliyorsun ki daha pahalı olduklarını? Birileri hayvancılık yapsa, inekler, koyunlar, tavuklar getirse buraya? Başkaları çiftçilik yapsa, sebze üretse. Herşeyi taze yeseniz..
Z:(Kendinden son derece emin) Ama hayvan almak çok para.
MK: ?!?!?! Sizin sorununuz güneş, sıcak hava ve rehavet. Çalışmak istemiyorsunuz, tembelsiniz. Ton balığı ve pirinç size yetiyor.

*************

MK: Resortlardaki imkanları kendiniz için nasıl talep etmiyorsunuz? Ya o sinekler???? Adayı sivrisineklere teslim edip evlere tıkılıyorsunuz.
Z: İlaçlıyorlar ama sivrisinek yine de oluyor.
MK: Resortlarda neden olmuyor?
Z: Onların çok parası var, günde iki-üç kez ilaçlıyorlar.
MK: (Zamira'nın savunmaları öyle anlamsız noktalara ulaştı ki, sivrisinekler konusunda kendimi kaybedip, ağlamayan bebeğe meme yok lafını açıkladığımı hatırlar gibiyim.)

Kabalaşmış olabilirim ama burda durum bazen gerçekten dayanılmaz oluyor. İnsanların hiçbir talebi, isteği, şikayeti yok. İçlerine yaratık girmiş gibiler; ağır, tepkisiz, donuk.. Ben sinirli, telaşlı ya da tepinen bir Maldivli düşünemiyorum. Ah bu sıcaklar... Hiç bir standardı olmayan bu ülkede bir kez bulduğunuz malı ikinci kez bulamazken, standardı olan tek şey ÇALIŞMAMA saatleri. Saat 12-14 arası öğle namazı merasimi tüm dükkanlar, bakkallar kapalı. Akşam 18-20 akşam namazı merasimi yine aynı şekilde.

Müslüman olduklarından ülkeye köpek sokmak yasak ama hırsızlık gırla. Bence harika olsa da, bu kadar müslüman bir toplumda flört de son derece normal. O kadar ki, aileler kızları 16 yaşına gelip hala erkek arkadaşı yoksa kızımız normal değil diye panikleyip onu baş göz etmeye çalışıyormuş. Flörtleri meşrulaştırmak için evlenmek, sonra başkasıyla flört etmek istendiğinde boşanıp boşanıp yeniden evlenmek de normal.

Akman'ın Maldivli bir arkadaşı, şuanki kız arkadaşıyla ilk tanıştıklarında kızın kendisinin yakın bir erkek arkadaşıyla beraber olduğunu, erkek arkadaş iş seyahatine çıktığında kızın kendisini arayıp görüşmek istediğini ve böylece beraber olmaya başladıklarını, bunun erkek arkadaş için sorun olmadığını, hala görüştüklerini, nihayetinde kadının seçimi kendinden yana kullandığını söylediğinde bizim ağzımız iki karış açılsa da burada bu işler İngilizleri dahi kıskandıracak kadar modern. Ama modernliği müslümanlığın içine sokmak için ışıkları söndürüyorlar :)


Şaka yapmıyorum cafeler geceleri aynen böyle, zifiri karanlık. Ben bunun sivrisineklerin gelmemesi için alınmış bir önlem olduğuna inanmaya çalışsam da, Akman'a yapılan açıklamalara göre bu Maldivliler'in insanların bakışlardan rahatsızlık duymadan sevgilileriyle gelebilmeleri için alınmış bir önlemmiş.. Anlayacağınız müslümanlık işlerine geldiği kadar :)

Aşkın gözü zaten kördür, onlara hava hoş da, bizim gibi evli barklı, çoluklu çocuklu insanlar için bu karanlıkta çatalı doğru yere isabet ettirip, ne yediğini görmek zulüm.


Aklıma gelmişken, uyuşturucu kullanımı da gençler arasında çok yaygın. Ülkenin her yerinde bu konuya yönelik uyarıcı afişler var.


Farklı kültürleri, inançları anlamak, sindirmek lazım evet de.. benim Libya gibi zengin bir petrol ülkesinde insanların neden ellerindeki zavallı imkanlarla yetindiğini, Maldivler gibi bir okyanus ülkesinde neden düzenli balık ve deniz mahsülü çıkmadığını ya da Türkiye gibi bir Atatürk ülkesinde neden hergün biraz daha geriye gitmek istendiğini anlamak için desteğe ihtiyacım var...

5 Aralık 2011 Pazartesi

Machu Picchu'dan geriye kalanlar

Machu Pichu'nun ne zaman, nasıl, ne amaçla kurulduğu ve neden terkedildiği tam olarak bilinmese de, geriye kalanlardan açıkça görülen o ki astrolojide, tarımda ve taş işçiliğinde son derece gelişmiş bir topluma ev sahipliği etmiş. İnkalar kayaları tahta parçalarıyla bölerlermiş. Kayanın delik kısımlarına tahtaları sıkıştırıp bunları ıslatır, şişen tahta da taşı kırarmış.

Şehrin kalıntılarında taştan oyulmuş su kanalları önemli bir yer teşkil ediyor. Bir tarım toplumu olan İnkalar için su bereket demekmiş ve kutsal bir element olarak algılanırmış. Bu nedenle 16 çeşme, yeraltı kanalları ve açık kanallarla şehrin her köşesine su verilmiş. Eriyen kar sularını kullanıyor ve onları taş kanallar aracılığıyla tarım alanlarına ve filtreleyerek evlere veriyorlarmış. Taa o zaman her evde musluk fikri kulağa inanılmaz geliyor.. En etkileyicisiyse, o zamanlar çevre kirliliği ve sonucunda yaşanan felaketler tecrübe edilmemiş olmasına rağmen, İnkalar'ın bizim bunca yaşanandan sonra olamadığımız kadar çevreci oluşu. Kirli suyu nehre vermeden önce arıtmak için atık su kanallarını dağın tepesinden aşağıya zik zaklar yaparak inecek şekilde inşaa etmişler. Böylece hızla inen suyu sert darbelerle havalandırarak arıtma sağladıkları gibi, atıkları da mümkün olduğunca eritiyorlarmış.

Aşağıda krokisi bulunan şehir tören, tarım ve yaşam alanları olmak üzere 16 bölümden oluşuyor. Bunlar da tarım alanları ve yaşam alanları olmak üzere iki ana grupta toplanıyor.


Şehrin kalıntılarına ulaştığınızda en çok göze çarpan, dağın güney yamaçlarına düzenlenmiş geniş basamaklardan oluşan, tarıma yönelik teraslar oluyor. İnkalar terasları inşaa ederken önce bariyer görevi görecek bir duvar örer, ardından ortaya çıkan havuzun dibini taşla, sonra çakılla, bunun üzerini kumla ve en üstü de tarıma elverişli toprakla doldururlarmış.


Yukarıdaki resmin arka planında ve aşağıda detaylı görülen, tarım alanlarının bittiği en güney sınırdaki beş kulübenin çiftçilere ait olduğu düşünülüyor. "Puesto del Vigía" yani Bekçi Kulübesi denen en üstteki üç duvarlı yapının ise, kutsal şehrin tamamını ve Urubamba kanyonunu geniş bir açıdan gören stratejik konumuyla güvenlik amaçlı kullanıldığı sanılıyor.


Tarım alanlarının tahmin edilen nüfusun ihtiyacından çok daha fazlasına hizmet etmesi, arkeologlara Machu Picchu'nun işlevinin din adamlarına ve kraliyete coca yaprağı sağlamak olduğunu düşündürüyor. Tarım alanları 300 taş basamakla kuzeydeki yaşam alanlarından ayrılıyor.



Önemli kalıntılardan "Roca Funeraria", yani Cenaze Taşı da tarım alanları kısmında yer alıyor. Gömülmeden bekletilen cesetlerin bozulmaması için ilaçlama, mumyalama ve hatta mumyaların kurutulma işlemleri hep basamaklarla çıkılan sunak şeklindeki bu taşın üzerinde yapılırmış. Astroloji İnkalar döneminde oldukça ileri düzeydeymiş. Cenaze taşının bulunduğu yer alakasız izlenimi verse de, kış gündönümünde güneş ışığının "Intipunku" ya da diğer adıyla Güneş Kapısı'ndan tam bu taşın üzerine yansıması, aslında yerinin ne kadar özenle seçildiğini ve taşın aynı zamanda güneşin gözlenmesine de hizmet ettiğini gösteriyor.


Tarım alanını ayıran merdivenleri aşıp yaşam alanına geçildiğinde Machu Picchu'nun en önemli astrolojik gözlem evi olan, dairesel bir kule görünümündeki Güneş Tapınağı "Templo del Sol" çıkıyor karşınıza.


İnka kültüründe tapınaklar sadece rahipler ve İnka kralı tarafından kullanılırmış. Dolayısıyla bu yerler kilit altında tutulurmuş. Halk dini törenleri açık alanarda ya da meydanlarda yaparmış. Güneş Tapınağı'nın girişindeki kilit sistemi de, şu an boş olan bölümde zamanında iki kanatlı büyük bir tahta kapı olduğunu gösteriyor.

Tapınağın yarım daire şeklindeki cephesinde birisi doğuya diğeri kuzeye bakan, yaz ekinoksu ve kış gündönümü ışınlarının geliş açısına göre kusursuz bir şekilde inşaa edilmiş iki pencere var. İnkalar doğuya bakan pencereden ortadaki sunak taşına yansıyan gölgeleri ölçerek kış gündönümünü tespit edermiş. Her iki pencerenin dış cephelerinde bulunan çıkıntılar güneşin gözlenmesini kolaylaştıran aletleri sabitlemek için kullanılmış. Buradan yaptıkları gözemlerle yılın en kısa ve en uzun günlerini tespit ettikleri gibi, ay ve güneş tutulmalarını da önceden biliyorlarmış. Ayrıca güneşin, ayın ve yıldızların konumuna göre mevsim geçişlerini tayin ediyor ve hangi sebzeleri hangi aylarda ekip biçeceklerine karar veriyorlarmış.

Güneş Tapınağının tabanında, kenarlarına sıvı akışını sağlayacak şekilde dar kanallar açılarak "yerinde" oyulmuş büyük bir sunak taşı bulunuyor. Tapınağın duvarları bu zemin taşının formuna uygun olarak oval şekilde örülmüş. Tanrıların kendilerine uygun şekilde ibadet edilmediğinde onları kuraklık ya da sellerle cezalandıracağına inanan İnkalılar, benzer durumlarda onlara hayvanlar ve bazen de insanlar kurban edermiş. Sunak taşı Güneş Kralı için düzenlenen törenlerde ona kurban vermek ve daha sonra geleceği görmek adına kurbanın kalbini, ciğerlerini ve iç organlarını incelemek için kullanılırmış. Burası aynı zamanda İnka Kralı'nın babası güneşle sembolik olarak "chicha", yani mısır birası içtiği yermiş.

Tapınağa bir pencereyle açılan hemen bitişiğindeki küçük odaya "El Palacio de la Princesa", yani Prenses Sarayı deniyor. Bazı araştırmacılar buranın asil bir azize prensese ait olduğunu söylese de, ezici çoğunluk bu odanın güneşe ya da suya kurban verilecek bakirelerin hazırlanmasında kullanıldığını düşünüyor.


Tapınağın altında ise ona baza görevi de gören mağara şeklindeki "Tumba Real", yani Kral Mezarı bulunuyor. Mezarın içinde eskiden İnka kralının mumyasının olduğu sanılıyor. Babası Güneş'in tapınağı altındaki mağarada yatan İnka kralının, yeraltı dünyasını ve ölü kültünü sembolize ettiği düşünülüyor.


Yine dini amaçla kullanılmış, tapınaklarla çevrili "La Plaza Sagrada" yani Kutsal Meydan yaşam alanının kuzey batısında bulunuyor. Meydanın en önemli tapınağı "El Templo Principal" yani Ana Tapınak. Üç duvarlı tapınağın meydana bakan cephesi açık. Ana tapınağın hemen karşısındaki yapı da rahip evi.


Meydanın doğusunda bulunan Chakana Taşı ve Güney Hacı diye de adlandırılan İnka Hacı "La Cruz del Inca", yarısı toprağın altında yarısı ise üstünde bulunan beş kademeli bir haç. Üstteki kısım yıldızları ve pozitif olanı temsil ederken, toprağın altında kalan kısım "yakani" yani negatif olanı temsil ediyor.


Kutsal Meydan'ın doğusunda, İnka hacının hemen arkasında, Üç Pencere Tapınağı "El Templo de las Tres Ventanas" yükseliyor. Burası Bingham'ın 1911'de üzerinde "Lizárraga 1902" yazısını bulduğu tapınak..


Plaza Principal'in hemen yanında, basamaklarla piramit şekli verilmiş doğal bir tepeciğin üzerinde ünlü oyma taş Intihuatana var. Buna Machu Picchu'nun gözü anlamına gelen "Ojo de Machu Picchu" da deniyor.


Intihuana 21 Mart ve 21 Eylül tarihlerinde güneş ışınlarını direk yakaladığı için gölge vermediğinden, İnkalar onun tanrısallığına inanmışlar. Intihuatana quechua dilinde "güneşin bağlandığı yer" anlamına geliyor. İnkalar bu kutsal taşı yaşamın ve insanlığın devam etmesi için güneş ufuk çizgisinden bir yere ayrılmasın diye, dini ritüellerinde "güneşi bağlamak" amaçlı kullanırlarmış. Yine bu taş aracılığıya gündönümlerinde güneşin pozisyonuna göre hangi bitkinin ne zaman ekilip biçileceğini saptayarak onu tarımda da kullanırlarmış. Intihuatana'yı taşıyan piramidin basamakları, erozyonu önleyerek kutsal taşı korumak amacıyla tasarlanmış. Piramidin üstündeki insan yapımı düzlük aynı zamanda liderlerin halka hitap ettiği bir platform görevi de görmüş. Sulama sistemi olmayan bu basamaklar sadece dekoratif amaçlı kullanılmış. Aşağıdaki resim Kutsal Meydan'ı ve arkasındaki Intihuatana piramidini net olarak gösteriyor.


Intihuatana'nın basamaklarından inip Machupicchu'nun en kuzey ucuna gittiğinizde "La Roca Sagrada" denen Kutsal Taşı görüyorsunuz.


İnkalar dağların insanları ve halkları koruyan yüce ruhlara sahip olduğuna inanırlarmış. Kuzeydoğuya bakan Kutsal Taş, olduğu yerde oyularak ona arkasındaki Ana Dağ "Yanantin"in şekli verilmiş. Kutsal Taşın her iki yanında bulunan, zamanında tapınak olarak kullanılmış birbirinin aynısı iki kulübe de Yanantin'in solundaki Huayna Picchu'yu ve sağındaki Putucusi'yi sembolize ediyormuş.


Machu Picchu'nun kuzeyinde, Intiwatana piramidinin hemen altında uzanan Ana Meydan "Plaza Principal", şehrin en geniş açık alanı. Buradaki geniş teraslar tarım amacıyla değil, halkın törenlerini ve kutlamalarını gerçekleştireceği düz alanlar kazanmak için yapılmış. Inkalarda toplum piramitsel bir yapıya sahipmiş. Baştaki İnka kralını din adamları, zanaatkarlar, zenginler, orta sınıf ve en son işçiler takip edermiş. Meydanın her iki tarafındaki teraslar, bir tarafda alt sınıfa diğer tarafda ise üst sınıfa aitmiş. Adri ve ben meydanın hangi tarafındaydık bilemiyorum ama, yorgunluktan bitap düşünce yayılıp sularımızla mekanın işlevine uygun olarak küçük bir kutlama da biz yaptık.


Şehrin kuzeydoğusunda yani Ana Meydan'ın hemen sağında zamanında depo olarak kullanılmış kulübelerden oluşan "Las Tres Portadas" adlı bölüm bulunuyor. Bu yapıların hemen güneyinde ise "Zona Industrial" dedikleri zanaat ve endüstri bölümü var. Şehrin kuzeydoğu kesimini gösteren aşağıdaki resmin sol tarafında Ana Meydan, sağ arka tarafında depolar, sağ ön tarafında ise endüstri bölümü görünüyor.


Endüstri bölümdeki odacıklardan birinde oldukları yerde oyulmuş, birbirinin aynısı, silindir şeklinde iki büyük taş bulunmuş. Bunlar kumaş ya da seramik yapımında kullanılan malzemeleri çektikleri havanlar olabileceği gibi, mısır birasını beklettikleri hazneler de olabilirmiş.


Sanayi bölgesinin hemen altındaki Uçan Akbaba Tapınağı "Templo del Condor en Vuelo", İnkaların kutsal saydığı akbaba kültü için tamamen dini amaçla inşaa edilmiş. İnkaların taş işlemede ne kadar usta olduğunun kanıtı sayılan labirent şeklindeki tapınağın ortasındaki kayanın üzerine, And Dağlarının ruhunu temsil eden uçan bir akbaba başı ve boyun tüyleri yontularak üç boyutlu bir heykel yapılmış. Sunak olduğu sanılan taşın yontulmamış kısmı akbabanın vücudunu, başını çepeçevre saran çanak ise kanatlarını oluşturuyor.


Tapınağın hemen arkasında, içinde insan boyutunda duvar hücreleri bulunan bir tür ceza evi var. Suçlular üç gün boyunca bu nişlere bağlanarak hapsediliyor ve günahlarından arınmaları bekleniyormuş. Ancak tembellik, şehvet ya da hırsızlık ölüm cezasıyla ödenen suçlardanmış.


Hapishanenin bulunduğu bu bölümde İnkaların kutsal saydığı hayvanlardan pumaların ve yılanların yaşadığı, suçluların bu hayvanlarca ödürüldüğü ve cesetlerinin de akbabalara verildiği söylentiler arasında. Buranın klasik bir hapishane işlevinden ziyade, Uçan Akbaba Tapınağı'yla direk bağlantılı, tamamlayıcı ve son derece ritüel başka bir fonksiyonu da olduğu sanılıyor.

Biz zamanımız kısıtlı olduğu için Huayna Picchu'daki Ay Tapınağı "Templo de la Luna"yı göremedik. Yolunuz Machu Picchu'ya düşerse hem Ay Tapınağı'nı, hem de 2010 yılında Huayna Picchu'nun arka cephesinde bulunan, duvarları ve terasları derin bir uçuruma bakan asma kale Inkaraqay kalıntılarını görmeyi ihmal etmeyin. Tarıma ayrılmış beş teras, dini törenlerde kullanılan bir platform, Yananti Dağı'nın zirvesine bakan bir gözlem evi ve Ay Tapınağı'na kadar uzanan bir surdan ibaret Inkaraqay, İnkaların ay kültüne ve tarıma adadığı bölümmüş.

Buraya ulaşmak için Aguas Calientes'den Machu Picchu Hidroelektrik Santrali'ne giden trene binip 20 dakika sonra, demir yolunun 117. kilometresinde makinistten sizi indirmesini istemeniz gerekiyor. Vilcanota Nehrinin üzerindeki tahta köprüden geçince İnka kalıntılarını karşınıza çıkan dik yamaçlarda göreceksiniz.