10 Nisan 2012 Salı

Sevilla'dan Cadiz'e giden yol

Sevilla Cádiz arası otobandan yaklaşık 100 km. Yol boyunca görmeye değer tek yer yaklaşık 60. kilometrede otobandan sola kıvrılınca “Arcos de la Frontera”. Kasaba oldukça yüksek bir dağın tepesine kurulu.

Buraya uğramaya karar verirseniz arabayı Casco Antiguo (tarihi merkez) girişindeki parka bırakmanız en uygunu olacaktır. Nitekim tipik bir Endülüs kasabası olup, sokaklarının darlığı normalde pek keyifli olsa da araba ile can sıkabilir.


Kasabanın en önemli ziyaret noktalarından birisi Plaza del Cabildo’daki "Coño" isimli Mirador. Bunlar İspanya’nın yüksek ya da manzaralı kasabalarında bulunan ve manzara seyretmek için mola verilen yerler.

Coño İspanyolcada kadın cinsel organı için kullanılan argo isim. İspanya’daki kalışınız boyunca konuşmalara kulak verecek olursanız bu terimi bolca duyacaksınız, nitekim argo sever İspanyollar için bu son derece doğal bir şaşkınlık, hayret ve korku ünlemidir. Bu seyir noktasına bu ismin veriliş sebebi de Mirador’dan aşağıya bakıldığında görülen şu ürpertici yükseklik.

Yol üzerindeki bir diğer yer de ünlü Jerez şaraplarının memleketi, şarap mahzenleriyle ünlü “Jerez de la Frontera”. Ama Arcos de la Frontera’dan daha cazip de değil, hatta burası için alelade bir İspanyol kasabası bile diyebiliriz. Şarap konusu aklınıza takılıyorsa, Cadiz’e varmadan hemen önce hem şarap mahzeni hem de güzel yemekleri olan “El Puerto de Santa Maria” (Santa Maria Limanı) duraklamak için güzel bir alternatif.

İlla ki şarap mahzeni görmek istiyorsanız burada giriş ücreti 10-15 Euro olan Bodegas de Terry (Terry Mahzeni) ya da Bodegas de Osborne’u ziyaret edebilirsiniz.

Deniz mahsülleri ve özellikle de "Pescadito frito" (balık kızartması) ile ünlü Cadiz'e bağlı bu sahil kasabasının mesonlarında, kendinize güzel bir ziyafeti çekebilir ve biraz yürüyüş yapıp ayaklarınızı dinlendirebilirsiniz.

1952'den bu yana hizmet veren ve taze deniz mahsülü denince ilk akla gelen yer ise hiç şüphesiz “Romerijo”.

Siparişlerinizi günlük deniz mahsüllerinin suda pişmiş halde sergilendiği vitrinden seçip, üzerine limon ve tuzla taze taze yiyebilirsiniz.

Bunların dışında menüden seçebileceğiniz kızartma, ızgara vs. balık ve deniz mahsülleri de mevcut. Aşağıda ilginizi çekebilecek deniz mahsüllerini, denemeden dönmemeniz gerekenler üç yıldızlı şekilde ve İspanyolca söylenişleriyle bulabilirsiniz:

Rape - Fener balığı
Pez Espada - Kılıç balığı
Ostras - İstiridye
Chocos - Kalamar
Sepias - Mürekkep balığı
Chopitos - Yavru mürekkep balığı ***
Puntillitas - Yavru kalamarlar

Huevas - Balık yumurtası
Huevos de chocos - Mürekkep balığı yumurtası ***

Pulpo - Ahtapot ***
Buey - Büyük yengeç ***
Necora - Yengeç
Mojama - Kuru ton balığı
Canaillas - Deniz minaresi ***

Burgaillos - Deniz salyangozu

Pata Chica - Yengeç bacağı
Bocas de la Isla - Büyük yengeç kıskacı *** (Sadece Cadiz ve San Fernando’da bulunuyor)

Mejillones - Midye
Navajas - Deniz çakısı ***

Percebes - Kaya midyesi

Almejas/Coquinas - Deniz kabukluları
Camarones/Quisquillas - Minik karidesler
Gambas - Karides
Langostinos - Jumbo karides
Cigalas - Kerevit
Carabinero/Brillante - Büyük kırmızı böcek ***

İspanyollar karides çeşitlerini ızgarada bütün olarak kafalarıyla pişirir ve limon ile servis ederler. Yapmanız gereken üzerine tuz serpip, limon sıkmak, ardından hayvanın kafasını içindeki sıvıyı dökmemeye dikkat ederek vücudundan dikkatlice ayırarak kafanın içindeki lezzetli suyu emmek ve nihayet bacaklarını koparıp parmaklarınızla karın kısmından yararak etine ulaşmak. Bunların hepsini elinizle yapmanız gerektiğini sakın unutmayın :)))

Santa Maria Limanı’nda harcayacak çok vaktiniz varsa görebileceğiniz diğer yerler Iglesia Mayor (kilise), el monasterio de la Victoria (manastır) ve el castillo de San Marcos (kale). Ama az ötede sizi bekleyen deniz mahsülü cenneti Cadiz'i ve devamındaki çölümsü kumsalları hatırlayıp karnınızı doyurduktan sonra buralarda fazla takılmayın derim ben :)

Sevilla'da ne yesek

İspanya'nın tipik lezzetlerini tatmak istiyorsanız, istisnasız her şehirde doğru adres içki yanında meze tabakları ya da küçük sandviçler veren "Tapas" (Meze) barlar. Her fırsatta soluğu tapas barlarda alan, eş dostla laflayıp içki yanında atıştırmayı seven Endülüslüler sayesinde, özellikle Endülüs ve dolayısıyla Sevilla’da tapas kültürü son derece gelişmiş. Bu lezzetli atıştırmalıklar bir o kadar da ucuz ;) Kişi başı en fazla 15 Euro'ya tıka basa doyarsınız. Tek sorun bu barların genelinde oturma imkanı olmaması. Sizde benim gibi oturmaya meyilli bir şahsiyetseniz ayakta sohbet-muhabbet can sıkıcı olabilir. Şanslıysanız barın kenarında bir tabureye ilişirsiniz. Yine de, özellikle de bütçeniz kısıtlıysa, hem fiyat hem de lezzet açısından İspanya'nın genelinde restoranlardan kaçınmanızı öneriyorum. Tapas barlardaki lezzeti bulamamanın yanısıra kişi başı 50 Euro'dan aşağıya da çıkamazsınız.

Sevilla'da tapas barlar yaygın olarak Plaza de Alfalfa, Giralda ve Los Alcázares civarındadır.

Mesela Jardines de Murillo'nun yakınındaki Calle (sokak) Puerta de la Carne, 2 numarada bulunan ve 1929'dan bu yana hizmet veren “Freiduria Puerta de la Carne” isimli tapas bara muhakkak gidin.


La Giralda'nın hemen önünden geçen Calle Mateos Gago, 3 numaradaki "Giralda" da denemeye değer tapas barlardan.

Sevilla'nın 1670 yılından bugüne hizmet vermekte olan en eski barını ziyaret etmek isterseniz, Calle Gerona, 40 numaradaki El Rinconcillo'yu unutmayın.

Mekanın spesyalleri arasında "Espinacas con garbanzos" (nohutlu ıspanak), "Arroz del día" (günün pilavı ), "Tortillas" (omletler), "Jamón Serrano", "Champinones Silvetres" (yabani mantar çeşitleri), "Gambas" (karides) ve "Esparragos" (kuşkonmaz) bulunuyor.

Bir diğer tapas bar da Plaza Cristo de Burgos, 19 numaradaki Taberna Coloniales
.

Yine bu sokaklardaki avlulara gizlenmiş muhteşem cafeleri keşfetmek için de gördüğünüz her deliğe girip çıkın derim.

Tüm bu tapas barlarda bulabileceğiniz önerilerim "Adobo" (kuşbaşı doğranmış balık kızartması), "Croquetas caseras" (ev yapımı kroketler), "Chocos"(mürekkep balığı kızartması), "Tortillas de calamares" (kalamarlı omlet), "Tortillitas de camarones" (minnacık karideslerden yapılan minik omletler), "Pescaito frito" (genel olarak kızartma karışık balık. “Pescaito frito” için Guadalquivir nehri boyunca bulabileceğiniz tapas barları tercih edebilirsiniz), Puntillitas (minik mürekkep balıkları - bunlar bütün olarak yense de, içlerindeki naylona benzer, şeffaf ve incecik kemik özellikle nispeten iri olanlarda rahatsız edebiliyor. Çıkarmak için parmaklarınızlar sivri ucundan sıkıca tutup geri kalan kısmını ısırın, jelimsi kemik elinizde kalacak.)


Gerek burada ve gerek diğer Endülüs şehirlerinde illa ki “Gazpacho Andaluz” deneyin. Bu İspanyolların yazın bolca yaptığı, en pratik anlatımla bizim çoban salataya ekstradan sarımsak ve ekmek içi katarak hazırlayıp mikserden geçirdikleri ve soğuk olarak içtikleri bir yaz çorbası, son derece lezzetli.

Ve tabii ki bol bol Jamon (domuz pastırması) yemeyi sakın ihmal etmeyin. Sevilla’nın jamonu, yeşil zeytinleri ve şarabı meşhurdur. En iyi şarapları Aljarafe, Jerez, la dorada Manzanilla ya da Montilla. En makbul Jamon ise Jamon Ibérico.

Sevilla’da Jamon, zeytin ve şarap dışında deneyemediğiniz hiç bir şey için üzülmeyin.. Gerisini Endülüs'ün diğer şehirlerinde de kolayca denersiniz. Hepinize şimdiden afiyet olsun!

Bir ortaçağ hatırası: Toledo

Madrid'e kadar gitmişken, bir gününüzü 70 km güneyde bulunan UNESCO Dünya Miras Listesi'ne girmiş Toledo'ya ayırmadan dönmeyin. Hele ki tarihi, eskiyi, kılıçları, metal eşyaları, Ortaçağı sevenlerdenseniz ve o günlerin ruhunu yaşamak istiyorsanız bir gününüzü bu nefes kesici ortaçağ şehrine illa ki ayırın. Eskiden sadece karayoluyla, yaklaşık 1-2 saatte gidilirken şimdilerde Madrid'den kalkan trenlerla sadece 25 dakikada orada oluyorsunuz.

Üç yanı Tajo Nehriyle sarılı Toledo, İspanya'nın tam ortasındaki Kastilya-La Mancha bölgesinin merkezi.


Aynı zamanda ünlü şovalye Don Kişot ve seyisi Sanço Panza'nın da memleketi.


Antik şehrin ana girişlerinden Puerta de Bisagra (Bisagra Kapısı) dimdik ayakta duruyor ve bugün antik şehrin ziyaretçilerini hala o karşılıyor.


Toledo'yu önemli kılan özellikler saymakla bitmiyor. Her köşesi tarih kokan, ortaçağ ruhunu dolu dolu yansıtan, titizlikle korunmuş dolambaçlı ve yokuşlu sokakları tarihin değişik dönemlerinde Hristiyanlara, Endülüs Emevilerine ve Yahudilere ev sahipliği yapmış. 11. yüzyılda kentte tüm bu kültürler arasında bir kaynaşma yaşanmış.

Bu farklı kültürlerin kendilerine has özellikleri Toledo'yu zengin bir mimari yapıya kavuşturmuş. Güneşin bonkör ışıklarından kaçınmayı adet edinmiş Arap mimarisinin etkisiyle, evler içlerine minimum ışık almak üzere bitişik nizam, sokaklarsa iki kişinin aynı anda zar zor geçebileceği kadar dar şekilde tasarlanmış..


Şehrin kemerli, gölgeli ve serin sokakları sizi daima Zocodover Meydanı'na çıkarırken, genzinize dolan bariz rutubet kokusu da zihninizi o eski çağlara taşıyor.


Şehrin ana meydanı Zocodover, tarih boyunca pazar yeri olarak ve diğer bir çok meydanlar gibi ceza amaçlı kullanılmış. Bu meydanda giyotin ya da dar ağacında sayısız cana kıyılmış.


Meydanın sağ tarafında boylu boyunca sıralanmış mağazaların çoğunu Toledo'ya özgü, kökeni Araplara dayanan bir tür badem tatlısı olan Mazapan yani marzipan satan pastaneler oluşturuyor. Ben söz konusu mazapan olduğunda Santo Tomé'den şaşmayın derim.


Dört yüzyıl boyunca İber Yarımadası'nın hem kültür hem de din merkezi olan Toledo'daki bu kültürel ahenk, 1496'da Katolik Kraller Isabel ve Fernando'nun gelişiyle son bulmuş ve yerini İslama karşı bir direnişe bırakmış. Toledo bu tarih itibarıyla kanlı bastırmalara, yasaklara ve akabinde bireylerin içselleşmesine şahit olmuş. Toledo topraklarında nefes alabilmenin öncelikli şartı Hristiyan olmak olunca bu güzel şehrin sakinlerine ya kabullenip kalmak ya da terkedip gitmek düşmüş.

Yahudi nüfus kendisine yeni bir vatan arayışıyla yollara düşmüş. Bugün Sefardiler olarak bildiğimiz Türk Yahudilerin kökeni işte taa Toledo'ya kadar uzanıyor. Kalabalık Müslüman nüfusun çoğu ülkeyi terkederken, malını mülkünü paraya çeviremeyen, bunları bırakıp gidemeyenlerse mecburen din değiştirerek Hristiyan olmuş. İnançlarını gizlice içten içe yaşamış, yeri geldiğinde bunu sanatlarına yansıtmış ve böylelikle islamın mimariye yansıması olan ünlü Mudejar tarzını ortaya çıkarmışlar. İslam sanatına özgü yuvarlak hatlı pencereleri ve ince detaylarıyla şehrin mudejar tarzına sahip yapıları arasında Tránsito Sinagogu..


Santiago del Arrabal Kilisesi..



ve şapelini El Greco'nun ünlü tablosu "Orgaz Kontu'nun Gömülüşü" adlı tablosunun süslediği Santo Tomé kiliseleri bulunuyor.



Dönemin Hristiyan kültürünün güçlü etkisi olarak da gotik mimari şehre damgasını vuruyor. İspanyol gotik katedrallerinin en iyi örneği olarak kabul edilen ve El Greco, Francisco Goya, Anthony van Dyck, Luis de Morales gibi ünlü ressamların tablolarının bulunduğu bir müze de içeren Toledo Katedrali..



ve San Juan de los Reyes Manastırı'nı sayabiliriz.




San Juan de los Reyes Manastırı'nın dış cephesinde birçok zincirin asılı olduğunu görürüsünüz. Bu zincirler Katolik Isabel'in emriyle Kral Fernando'nun Endülüs'de fethettiği toprakların hatırlatıcısı olarak astırılmış. Bunlar buralarda yapılan savaşlarda özgür bırakılan hristiyan esirlerin zincirleriymiş.


1560 yılında Madrid'in başkent yapılmasıyla Toledo'nun önemi azalmış ve artık bir sanat ve hayvancılık kenti olmaktan öteye geçemez hale gelmiş.

Şehir bugün eski ve yeni Toledo diye ikiye ayrılıyor. Tajo nehrinin dış yakasına bugünkü modern Toledo şehri kurulmuş. Roma dönemine ait, ortaçağdan kalma San Servando Şatosu'nun


kuzeydoğu eteklerinde Alcántara Köprüsü..


ve kuzeybatı eteklerinde San Martin Köprüsü Tajo Nehrinin iki yakasını birbirine bağlıyor.


Keyfine düşkün İspanyollar konforlarından ödün vermemek için Tajo nehrinin dış yakasındaki yeni yapılarda yaşıyor ve antik şehri sadece turistik amaçlı kullanıyor..

11 Ocak 2012 Çarşamba

Male sokaklarında

Sahil yolunda sabah yürüşüyü yapıp temiz hava alalım diye henüz yola çıkmıştık ki, otelimizin karşısındaki havaalanı iskelesinin az ilersinde sıra sıra rengarenk balıkçı tekneleri çıktı karşımıza..




Teknelerin hemen karşısındaki sarı köhne binadaki insan kalabalığı dikkatimizi çekti. Oraya doğru ilerlediğimizde buranın Male üzerine okuduğum tüm yazılarda bahsedilen, görmeden dönülmemesi söylenen ünlü Fish Market olduğunu anladık. Bu kadar ani, hele ki daha kahvaltıdan yeni kalkmışken beklemiyordum.. Zaman kısıtlı olunca mecbur girdik.


Yere göğe sığdıramadıkları Maldivler'in bu en büyük balık pazarında yere serilmiş üç-beş balığı görünce, buna orantılı olarak Addu'daki balık halinde haftada bir ya da iki balığı ancak bulabilmemizin ne kadar olağan bir durum olduğunu kavradım.


Orta yerdeki balıklardan siparişini alan arka kısımda duvar dibindeki tezgahlara geçiyor ve burada tazyikli musluklarda balıklarını yıkatıyordu.


Muslukların önündeki dar koridora boylu boyunca uzattıkarı yaklaşık 2 metrelik kılıç balığını gördüğümüzde girdiğimize değdi dedik. Ben hayvanın ihtişamı karşısında büyülenmiş bakarken yanımıza yanaşan bir balıkçı hayvanın yüzgecini hızlı bir hareketle açarak bize onun yerine şov yaptı.. Vücudunun eni genişliğindeki saks mavisi yüzgeciyle gerçekten nefes kesiciydi..


Kılıçbalığının olağanüstü güzelliğini zihnimize kazıyıp cansız bedenini arkamızda bıraktık. Balık pazarının az ilersinde çeşit çeşit tropik meyveleriyle pazar yeri çıktı karşımıza..


"Kurumba" yani hindistancevizi suyu satan bir tezgaha siparişimizi verip beklemeye koyulduk. Burada bizim alışık olduğumuz, eti için satılan olgun hindistan cevizini sadece yemeklerde kullanıyorlar. Maldivlilerin asıl tercihi kabuğunun tepesini kolayca kesip suyunu içtikleri, henüz sertleşmemiş genç hindistan cevizleri. Aslında olgun ve genç hindistancevizleri arasındaki tek fark adından da anlaşılacağı gibi hindistancevizlerinin koparıldığı evre. Ceviz gençken incecik yumuşak bir kabuğun içi alabildiğine suyla dolu oluyor. Ağaçta kalıp olgunlaştıkça kabuğu sertleşiyor ve içindeki su giderek ete veriyor. Tamamen olgunlaştığında kalın bir et tabakasına sahip oluyor.

Kurumbalarımızı beklerken tezgahın üst demirine asılmış tropik meyve cipsleri Duru'nun dikkatinden kaçmadı. Ekmek meyvesi (Bread fruit) cipsini ona diye alıp sonra hepberaber dadandık.


Aynı günün akşamı Redbull'un hava gösterisi olacağı duyumuyla, Male'nin okyanusa bakan sahil kesimine gitmeye karar verdik. Ancak Male'nin başının belası yoğun trafiğe yakalanınca gösterinin sonuna bile yetişemedik. Sahil yolu boyunca sıralanmış kiosklar önlerine açtıkları tezgahlarda kurumbalar, meyve cipsleri ve abur cubur satıyorlardı.


Yolun hemen karşısında, yani deniz tarafında ise 2004 senesinde Hint Okyanusu'nda yaşanan depremin tetiklediği tsunamide ölen yüz küsür kişinin anısına yapılmış Tsunami Anıtı yükseliyordu.


Kaçırdığımız Redbull gösterisinin büyüsünden olsa gerek, kalabalık evinin yolunu tutmamış, anıtın altında uçsuz bucaksız okyanusa karşı oturmuş azgın dalgalarla oynayan üç dört sörfçüyü seyrediyordu..


Trafiği göz önünde bulundurarak, akşam yemeğini makul bir saatte yiyebilmek için erkenden yollara koyulduk. İskelenin hemen yanındaki bizim aile çay bahçelerini anımsatan açık hava restoranında, mangalda yapılmış deniz mahsülleriyle kendimizi şımarttık. Burası da Maldivler'in diğer restoran ve cafeleri gibi geceleyin derin bir karanlığa gömülü olduğundan tüm dikkatimizi tabağımızdakilere yöneltip, çatalı istediğimiz yemeklere isabet ettirmeye çalıştık. Burada fotoğraf çekmek elbette anlamsız bir çaba olurdu.

Sonra mı? Ertesi sabah İstanbul yolcusu olmanın ve bu zor memlekete belki de bir daha hiç dönmeyecek olmanın heyecanıyla huzurlu ve keyifli bir uykuya daldık..