27 Eylül 2010 Pazartesi

Madrid'de bir inziva yeri; Retiro

Master programım akşamları olunca, Madrid'deki ilk zamanlarım oldukça boş geçti. Tanıdık, eş, dost da olmayınca, kendimi şehri tanımak için Madrid sokaklarına vurdum.

Granvía Caddesi'ni bitirip, az daha ilerleyince Puerta de Alcalá (Alcala Kapısı) çıktı karşıma. Eski zamanlarda şehrin ana kapılarından biriymiş. İçe bakan tarafında içerde huzuru temsil eden melekler...


Dışa bakan tarafındaysa savunmayı temsilen savaşçılar var.


Ve Puerta de Alcalá'nın hemen sağından başlayan geniş bir yeşillik keşfettim. Retiro Park...(Parque del Buen Retiro). Keşfettim dediysem kimsenin aklına öyle gizli saklı, ufak tefek bir yer gelmesin. Madrid'in akciğerleri sayılabilecek kadar büyük ve bir o kadar sessiz, sakin, huzurlu bir yer burası... Retiro İspanyolca'da inziva anlamına geliyor ve tam da adına yakışır şekilde, çekilip kafa dinlemelik.

Parka girip yürümeye başladım..


Az ilerde solda küçük bir gölün içinde, camdan yapılmış masalsı bir bina çıktı karşıma... Sonradan adının Kristal Saray (Palacio de Cristal) olduğunu öğrendim. Resimdeki tomurcuklardan anlaşılan o ki, ilk bahar yaklaşıyordu...


Kristal Saray bugün sadece çağdaş sanat sergileri için kullanılıyor.


Biraz daha ilerleyince Retiro Göleti (Estanque del Retiro) çıktı karşıma.


Göletin karşı kıyısında, eskiden sadece kraliyet ailesine ait olan Retiro'yu halka açtığı için Kral Afonso XII'e ithaf edilmiş muhteşem bir anıt yükseliyordu.


Ve anıtın üzerinde de birbirinden güzel heykeller...




Bu ihtişamlı görüntüden payına düşeni almak, biraz eğlenmek ve biraz da serinlemek için sandal gezintisi yapmak üzere oraya akın eden haftasonu aşıkları da illa ki ordaydı..


O ilk gün yeşillik ve huzurdan mest olmuş parktan çıkarken, bundan sonra sabahları gelip koşacağım yer belli oldu diye seviniyordum... Ertesi sabah hevesle kalkıp planımı yürülüğe koydum. Parka Alcalá Kapısı'ndan girdim... Plan parkın etrafını çepeçevre koşup aynı kapıya gelince bitirmekti... Aman diyeyim, ben yaptım siz yapmayın.. Hani demiştim ya yukarda, öyle küçük bir park gelmesin aklınıza diye... Ben deli danalar gibi dört saat koştum durdum içerde aynı kapıya gelene kadar!!! Ve su toplayan ayaklarım yüzünden Retiro aşkına bir hafta ara vermek zorunda kaldım :)

Madrid'de yaşadığım dört yıl boyunca en gözde mekanım olmuştur benim Retiro.. En üzgün zamanlarımda gözyaşımı döktüğüm, yalnız kalmak istediğimde kendimi bulduğum, yalnızlıktan sıkıldığımda onun göl kenarında toplanan şarkılı, türkülü, danslı, sanatlı haftasonu kalabalığıyla hayat bulduğum, içim kıpır kıpırken gelip ortalıkta gezinen sincaplarla daha da neşe bulduğum yer..

Ve Tanrı içimi okumuş olmalı ki, staj için başvurduğum, Madrid'de onlarca ofisi olan Holding bilin bakalım beni hangi ofisine kabul etti? :D Evet, üç sene boyunca onu her an iş yerimin penceresinden izledim, yetmedi yemek aralarında kahve içmeye gittim, o da yetmedi haftasonları da kaçtım ara ara...


Ve aşkım İspanya'ya geldiğinde onu da kapıp götürdüğüm ilk yerlerden biridir Retiro..


Son olarak, olur da birgün yolunuz Retiro'ya düşerse, sakın ola İspanya'ya özgü Horchata'yı denemeden dönmeyin. Retiro'daki çay evlerinde satılan bu içeceğin tadına doyum olmaz.

Ana maddesi, aşağıdaki resmin arka planında da görülen yerbademi (chufas). Türkiye'de üretimi çok yaygın değil ne yazık ki. Yenebilir yumruları için yetiştirilen bir senelik otsu bir bitki yerbademi. Çerez olarak tüketilebildiği gibi, çorba ve türlülere eklenebiliyor, un haline getirilip kek, kurabiye ve ekmeklerde kullanılabiliyor ya da yağı çıkartılabiliyor. Çiğnenebilir ince kabukları ve gerek sertliği gerekse sütlü etiyle hindistan cevizine benziyor. Horchata yerbademi, şeker ve su karışımından hazırlanıyor ve içinde buz kırıntılarıyla soğuk olarak servis ediliyor. Tadına gelince, ben beyaz dut tadına benzetmişimdir hep. Mmmmmmmmmm... Bir İspanya'nın Horchata'sı, bir de Brezilya'nın Asai'sidir aklımı başımdan alan iki içecek...

26 Eylül 2010 Pazar

Madrid'in marjinal yüzünden koca bir "Hoşgeldin"

2001 yılıydı, 25 yaşındaydım.. Türkiye için çok iyi sayılabilecek bir işim varken ben illa İnsan Kaynakları alanında çalışmak istiyordum. Ayrıca önceki yazımda da bahsettiğim, elimdekilerle mutlu olmamı engelleyen o hayalim vardı tabii... Dışarıda insanlar nasıl yaşıyor, hayat orda neye benziyor merak ediyordum.

Madrid'de İK üzerine bir master programı buldum, İspanya Dış İşleri Bakanlığı'nın bursuna (Becas MAE) başvurdum, not ortalamam çok yüksekti, hepsi kabul edildi.. Artık gitmek için önümde engel kalmamıştı... Ama o güzelim işi bırakıp yurtdışına master yapmaya gidişim konusunda ikna edilmesi gereken bir ailem vardı :) Seneler sonra annem hala o iş bırakılır mıydı diye gözüme gözüme sokar. Pişman değilim :)

Master, staj, iş hayatı derken İspanya'daki ilk dört senemi geçirdiğim Madrid, benim için gerçekten özel bir şehir. Ne onunla ne onsuz yaşanan İstanbul'dan sonra, dostlarımı, birbirinden güzel anılarımı bıraktığım, aklıma geldikçe içimi kaynatan ikinci şehrim benim.

Madrid'deki ilk evim, şehrin merkezindeki Chueca semtinde, Granvía caddesini kesen sokaklardan Calle Infantas'daydı.


İş güç sahibi gay sakinleriyle tanınan, ancak birbirinden güzel dükkanları, cafeleri, barlarıyla son derece nezih Chuecas, ilk zamanlar beni şaşırtacak malzemeyi daima sunuyordu. Yavaş yavaş gözüm alışır oldu sarmaş dolaş yürüyen, yol ortasında çekinmeden öpüşen gaylere. Zaten zamanla farkettim ki, bunlar sadece benim sokağıma özgü görüntüler değildi aslında.. Bu üçüncü cins patlaması İspanya'nın suyundan değil, sadece oradaki kabulden kaynaklanıyordu. Aşağıda her sene kutlanan "Orgullo Gay" (Eşcinseller Onur Haftası) festivalinde gay bayrağını taşırken görülen kalabalık, neden patlama tabirini kullandığımı açıklıyor olsa gerek..


Karnaval havasında geçen bu kutlamalar, benim Türkiye'de tatilde olduğum Haziran-Temmuz aylarına denk geldiği için, namını çok duymama rağmen şahsen hiç göremedim. Bu fotoğrafları kendim çekebilmiş olmayı isterdim..


Aşağıda Chuecas'daki kutlamalardan iki Drag-Queen...




Gayleri saygıyla anıp kendi hallerinde bir kenara bırakalım... Ben asıl şoku, Granvía'nın diğer yakasında kalan, evime on dakika yürüme mesafesindeki Calle Montera'yı görünce yaşadım. Madrid'in sıfır noktası olan son derece turistik Sol Meydanı'na inen bu sokak cafelerin, ünlü mağazaların aralarına serpiştirilmiş sex shopları, yol kenarlarında kah ayakta...


Kah oturarak müşteri bekleyen Güney Amerikalı ya da eski Doğu Bloku ülkelerinden hayat kadınlarıyla güpe gündüz dahi adeta bir fuhuş mekanıydı.


Evimin bu kadar yakınında böyle bir sokağın varlığı, geceleri geç saatte dışarıda olmak tekin olmaz düşüncesiyle beni oldukça rahatsız etti. Ama olaya kısa sürede sürekli baskınlar, kameralı takipler ve sınırdışılarla el atarak, durumu kontrol altına alan İspanyol Hükümeti sayesinde rahat bir nefes aldım.

Farkında olmadan gidip Madrid'in en marjinal semtinde ev tutmam, bol süprizli bir hoşgeldine sebep oldu olmasına. Ama öte yandan diğer semtlerde asla olmayacak bir ayrıcalığı yaşadım; Gece hayatını çok seven ve gün ağırana kadar vedalaşmayı beceremeyen İspanyolların en çok tercih ettikleri, ışıltısı ve canlılığıyla gecesi gündüzünden ayırt edilemeyen bu sokaklarda gece gündüz güven içinde yürümenin keyfine vardım.

Gündüzü güzel, ama gecesi tapılası Madrid'e dair anlatacak daha çok şey var.. İddialı son sözümü desteklesin diye, size şimdilik kanımca Madrid'in en güzel yapılarından Granvía'daki Metropolis binasının..




Ve önünde Tanrıça Kibele ve aslanlarının süslediği Kibele Havuzu ile (Fuente de Cibeles) nefes kesici güzellikteki Postane Binası'nın (Palacio de Comunicaciones) gece görüntüsüyle veda ediyorum...


Veeee işte tam da orda, bir poz da aşkımla benden :)

25 Eylül 2010 Cumartesi

Gezi Hikayem

Benim farklı yerleri görmeye olan ilgim okuma yazmayı öğrenmemle başladı. Boyasız bir apartman kapısının üzerine kiremitle benden yaşça büyük ablaların okulda öğrendiklerini yazarak öğretmencilik oynaması, okuma yazmayı henüz ilkokula gitmeye başlamadan öğrenmeme sebep oldu.

Bunu, önce çocuk klasiklerini daha sonra da halen pençesinden kurtulamadığım çizgi romanları keşfetmem izledi. Çocuk klasiklerinden Jules Verne’ni iki yıl okul tatili mesela...


Kaza eseri dünyanın bir ucundaki ıssız bir adaya sürüklenen çocukların hikayesi. Aralarında yaşça büyük olanların küçüklerine liderlik etmesi, coğrafya konusundaki taze okul bilgilerini bu serüvenlerinde uygulamaları beni ne çok etkilemişti.

Ya Denizler Altında 20 Bin Fersah’a ne demeli? Okyanusları aşarak kıtadan kıtaya süren hafif kaçık ama aynı zamanda bir deha olan Kaptan Nemo’nun maceraları bir çocuk için nasıl da inanılmaz ilham kaynağıdır...


Tabii benim daha ayakları basan gezi hayallerim, ünlü usta Herge’nin Tenten çizgi romanları ile daha da şekillenmeye başladı. Avrupa’nın ortasında adı hiç verilmeyen bir ülkede Mulensar şatosunda yaşayan genç gazeteci Tenten ve köpeği Milu, sadık dostları Kaptan Haddock ve profesör Turnesol’un ve hemen her maceralarında biraraya gelen diğer arkadaşlarıyla bir çok ülkeyi gezmeleri, bu ülkelerde türlü badireler atlatmaları, bu kitapları bir çırpıda yalayıp yutmama neden oluyordu.

Bir macerada sırayla bir dostlarını uçak kazasından kurtarmak için Nepal-Katmandu ve akabinde Tibet...


Bir diğerinde Kongo...


Ve çoğu zaman da ani bir kararla ya bir telefon ya da bir gazete haberiyle hemen bavullarını toparlayarak dünyanın bir diğer ucuna gitmeleri, mesela ihtilal sonucu devrilen arkadaşları General Alkazar’a yardım etmek üzere gittikleri hayali Güney Amerika ülkesi San Thedoros...


Çocuklar mıknatıs gibidir, enteresan şeyleri hemen yakalayıverirler.Her çocuğun hayal dünyası çok kolay ele geçirilebilir. Ben de hayal dünyamı dolduracak bu en elverişli dönemimde çizgi roman meraklısı babamın ve de özellikle Tenten meraklısı Tülin Teyzem'in sayesinde bu macera dünyasına kapılıverdim ve dünyanın çeşitli yerlerini görme hevesim filizlenmiş oldu.

Çeşitli sebeplerle Türkiye’nin çok yerini gezdikten sonra ilk yurtdışı gezimi Diyarbakır’a yapılan bir uçak yolculuğunun ardından karayolu ile taa Irak’ın Basra’sına dek yaptım. Bunu yine iş amaçlı İspanya gezisi takibetti. Sonra 3.5 yıl süren Bulgaristan’da çalışma ve yaşama hayatı bana sadece gezmeyi ve görmeyi değil bir ülkede yaşamayı da öğretti.

Bulgaristan maceramın sonlarına doğru tanıştığım aşkım, benden yaklaşık 10 katı daha fazla “gezenti” sevgili eşim Eylem, gezi hayatımı tamamen rayından çıkardı. İki yıl içinde 10 dan fazla ülkeyi gezdik. Madrid’de Canas y Tapas, Bhutan’daki bulutlar, Dubai’de Ramazan, Nice’de balık çorbası, Tunus’ta çölde mahsur kalışımız, Bulgaristan’da kayak dersleri, Monaco’daki anlamsız zenginlik, Katmandu’da dev örümcekler, Fas’ta ilk kavgamız, son durağımız Libya’da ise kızımızın doğacağı haberi bizi birbirimize daha çok aşık etti.

Bir gün Seyşeller’e de gidersek bu aşkın tam (!) olacağını düşünen eşimle ve henüz 6 aylık olan dünyalar tatlısı kızımız Duru’yla gezmeye devam etmek istiyoruz.

Henüz başlarında olduğum seyahat macerama dayanarak verebileceğim en önemli tavsiye sevdiklerinizle gezmeniz. Macera ve güzellikleri bir sevdiğinizle paylaşmanız, size seneler sonra sadece diğer dostlarınıza değil birbirinize bile anlatmaktan ve hatırlamaktan usanmayacağınız çok değerli anılar verecek. Beraber edinilmiş bu anıların herhangi bir maddi zenginlikten daha önemli olacağını göreceksiniz.

Sevgiler...

Akman Atılgan

23 Eylül 2010 Perşembe

Gezenti doğulur mu, olunur mu?

Küçükken en büyük hayalim gezmekti.. Arkadaşlarım doktor, öğretmen, avukat, mühendis olmak isterken, ben hangi meslek en çok gezdirir diye düşünürdüm.. 13-14 yaşlarındayken komşumuzun gerçek anlamda gün yüzü göremeyen, nitekim ya uyuyan ya uçan hostes kızına çok özenmiştim... İşte dedim, aradığım meslek! Ne var ki hostes olma fikrim, boyumun kısalığı nedeniyle bir hayal olmaktan öteye gidemedi..

Ortaokuldayken, arkadaşlarla toplanıp ruh çağırmış, sorma sırası bana geldiğinde de heyecanla "Hangi ülkeleri göreceğim?!" diye sormuştum.. Türkiye'den dışarı çıkamayacaksın dediğindeki kendi ruh halimi tahmin edersiniz :) Onu yalancı çıkaracağıma ya da kaderim buysa onu değiştireceğime yemin etmiştim.. O kadar ki çok istiyordum başka ülkeleri, kültürleri görmeyi, tanımayı..

Liseye geldiğimde, herkes ciddi kariyer planları yapadursun, benim aklım hala gezmekteydi. Turizm mi, Uluslararası İlişkiler mi derken, nihayet İspanyol Dili'ni kazandım ve ardından İK üzerine master yapmak için İspanya'ya giderek şeytanın bacağını kırdım..

Master, staj, kariyer derken yedi yıl göz açıp kapayıncaya dek geçti, bu arada yıldıracak kadar gezmemi gerektiren işim sayesinde gezme hevesim de bir süreliğine duruldu.. Tam bu kadar yeter deyip kesin dönüş yapmışken, bu sefer de kaderini değiştirmek öyle çocuk oyuncağına benzemez, cırt pırt değiştirilmez diyerekten ilahi güçler devreye girdi.

Kayınvalidemin deyimiyle göbeğini kaybettikleri için evin yolunu bir türlü bulamayan, işi nedeniyle kaderi gezmek olan birtane aşkımla tanıştım.. Malum benim annem de benimkini denize atınca bizim yurda dönüş hayal oldu.

Hazır şimdilerde evli ve çocuklu, çiçeği burnunda anneyken, evden çıkamaz, hele hele gezmenin hayalini bile kuramazken, bari geçmiş gezmeleri bir gözden geçireyim, yeniden gezmiş gibi olayım, not tutayım, anılar taze kalsın dedim..

Tüm kayıtları bitirdiğimde, bunu sevgili eşimin bana sözü olan gecikmeli Seyşeller balayıyla ailecek kutlamak dileğiyle!

Eylem

Geziyoruz, çünkü pastayı seviyoruz!

Yaşadığımız, gözle görebildiğimiz, istediğimiz zaman gidip görebileceğimiz yerlerin dışındaki coğrafyalarda yaşam nasıldır? İnsanlar nelere güler? Geleneksel yemeklerinin tadı nasıldır? Sosyal ve ekonomik şartları nedir? Onların etnik giysileri içinde bizler nasıl görünürüz?... Bunun benzeri daha birçok soru var kafamızda... Ancak bunların cevaplarını belgesellerden öğrenmek, oradaki yaşamı solumak, kokusunu duymak, tadına bakmak, oranın şartlarıyla zorlanmak ya da rahatlamak kadar tatmin edici değil. Belgeseller bizim için, içinde tadına bakamadığımız yüzlerce meyve olan bir pastayı vitrinden seyretmeye benzer. İşlerimizin izin verdiği süreler dahilinde, heryerini göremesek de o yerin yaşamından bir kesiti yaşamak, bu meyveli pastanın ufak bir dilimini tatmak gibi bizim için.

Geçici de olsa gittiğimiz yerin yaşamının bir parçası oluveririz. Oranın tarihi, kültürü, zevkleri ve tehlikeleri artık ayaklarımızın dibindedir. İşte orada sadece yaşadığımız coğrafyanın değil tüm dünyanın insanı olduğumuzu hissederiz.

Bu görgü bize hayata dair daha adil bir yaklaşım ve hoşgörü katıyor. Neden sonuç ilişkilerini kavramamıza yardımcı oluyor. Ait olduğumuz yeri daha güzel ve yaşamaya değer hale getirmek için istek veriyor. Sadece imkanlarınız dahilinde gezip gördüğünüzle kalmayın; gittiğiniz yerlerin farklılıklarını da anlamaya çalışın diyoruz.

Gezilerimizde elde ettiğimiz her türlü döküman, fotoğraf, video ve notları bu blog aracılığıyla siz gezi meraklılarıyla paylaşmak bizim için büyük bir keyif olacak. Biz sizlere buradan pastanın bir dilimini sunuyoruz. Sizler de kendi tecrübelerinizi, düşüncelerinizi, yani pastanın diğer dilimlerini bizimle bu blog vasıtasıyla paylaşırsanız çok seviniriz.

Sevgiler,

Akman & Eylem ATILGAN