29 Kasım 2011 Salı

Manu, olmadı Vudu

Cusco'daki ilk gecemizin ardından dinlenmiş olarak uyanıp otelin kahvaltı salonunda, tüm konukların birarada oturduğu uzun yemek masasında yerlerimizi aldık. İlk gün izlenimlerimizden, yaşadığımız kısa süreli depresyondan bahsettik. Orta yaşlı bir adam bunun üçüncü dünya ülkeleriyle ilk tanışanların genel hissiyatı olduğunu söyledi. Kimbilir...

O sabah kahvaltı masasında Amazonlar'ın Peru'nun payına düşen kısmı Manu'ya gidecek kalabalık bir grup vardı. Zamanımızın kısıtlı olması sonucu biz bu tura katılamadık. Cusco'dan başlayıp Peru'nun kuzeyine doğru ilerleyen en az on günlük Manu turunu yapamamak fena halde içime oturdu. Burası hayvan ve bitki türleriyle dünyanın en zengin doğal yaşam alanlarından birisiymiş. Peru'ya yolunuz düşerse Manu'ya on gün ayırmayı unutmayın.

Biz ikinci günümüzü de Cusco'da geçirecek, ertesi gün de İnkalar'ın kutsal şehri Machu Picchu'ya gidecektik. Yenilenmiş bir şekilde otelden çıkıp kendimizi tekrar Cusco sokaklarına, ama bu sefer daha önce gitmediğimiz bir yöne attık. Birkaç saat içinde unutmaya yüz tuttuğumuz sefalet yeniden tokat gibi çarptı suratımıza. Ama artık daha az etkiliyordu.

Fonda yamaçlarına dev harflerle "Viva El Perú" (Yaşasın Peru) yazılı And Dağları'nın gözüktüğü uzun bir yola girmek üzereyken iki yerli kadın bizi durdurdu. Sırt çantalarımız, fotoğraf makinalarımız ve genel görünümümüzden turist olduğumuzu anlamışlar, o sokağa girmemizin bizim için güvenli olmayacağını söylüyorlardı. İnsan hiç tanımadığı bir ülkede o ülkenin yerlileri tarafından böyle bir uyarı alınca ürküyor.. Her korkak insanın yapacağı gibi biz de devam etmedik ve rotamızı başka bir sokağa çevirdik.


Sokaklar her zamanki gibi yanyana çömelmiş birşeyler satan yerlilerle doluydu.


Fakirlik, sefalet insanların üzerine sinmiş, henüz aldığımız uyarı da bunun üstüne tuz biber olmuş ürkütücü bir görüntü sergiliyordu.


Az ileride kapısının üzerine sıra sıra ölü hayvan yavruları ve cenin kuruları asılmış karanlık, küçük bir dükkan ilişti gözümüze.



Bunları daha önce pazar yerinde görmüş, ne amaçla kullanıldığını sorduğumuzda ise cevap olarak bazen manidar sırıtışlar bazen de nasıl açıklayacağını bilmeyen şaşkın surat ifadeleriyle karşılaşmıştık. Sonradan bunların Vudu ayinlerinde kullanılan malzemeler olduğunu öğrendik.

Vudu, Amerika topraklarına getirilen Batı Afrika kökenli köleler aracılığıyla, özellike Haiti olmak üzere buralarda da hayat bulmuş mistik bir din. Ölüleri dirilttiğini, zombiler yaratıp bunları kendi amaçları doğrultusunda kullandığını, isteyerek ölüme sebebiyet verdiğini savunan karanlık bir inanış.

Bu manzaranın o an bizde yarattığı etki o kadar güçlü, derin ve korkutucuydu ki. Kediyi merak öldürürmüş ya, biz de o misal merakımıza engel olamıyor, adımlarımızı o yönden alamıyorduk. Dükkanın kapısında içi küçük balık kurularıyla dolu bir çuval, üzerinde de Porto şarabı vardı. Vudu ayinlerinde kara büyü yaparken kuru balıkları çerez yapıp yanında da şarapları götürüyorlar demek diye gülüştük..


Meraklı ve ürkek bakışlarımızı karanlık ve izbe dükkanın içine yönelttiğimizde iki-üç yerlinin hiç de dostane olmayan sert, soğuk bakışlarıyla karşılaştık..


Bir an insan şeklindeki vudu bebekleri bizim ruhumuza bağlayıp oramızı buramızı iğnelediklerini görür gibi oldum :) Başımıza bir iş açmadan birbirimizi çekiştirerek koşar adım uzaklaştık oradan..

27 Kasım 2011 Pazar

Cusco, açlık ve yükseklik hastalığı

Sabit pazarının yeme içme bölümünü bünyemiz daha fazla kaldırmayınca, gördüğümüz ilk delikten kendimizi giyim eşyalarının, hediyeliklerin, vs. olduğu kısma attık. Her geri kalmış ülkede olduğu gibi burada da, o saatte okulda olması gereken çocuklar ellerinde tezgahları, pazarda satış yapıyorlardı..


Ama tüm bakımsızlıklarına rağmen yine de çok güzellerdi..


İstisnasız herşeyin hammaddesi cıvıl cıvıl renklere boyanmış lama yünüydü.


Kazaklar, atkılar, eldiveler, kumaşlar, cüzdanlar, saç bantları ve hatta kuru soğuktan korunmak için örülmüş yüz maskeleri..


Sıcak tutmasına hiç diyeceğim yok, ama nadiren bulduğumuz kaliteli kaşkoller ve tek tük kazak dışında, yeterince işlenmemiş bu yünlerden yapılan ürünlerin geneli insanı fena halde dalıyordu.


Benzer ekonomik yapılara sahip ülkelerden biri Türk biri Arjantinli iki kafadar kendimizi kaybedip kıran kırana pazarlık ederek çantaları hediyelik kaşkoller, saç bantları ve bir iki kazakla doldururken çok keyifliydi.. Ama otele dönüp, torbaları döküp hesap yaptığımızda hem utandık, hem de üzüldük. Peru Solü kulağa çok kalabalık gelse de, Amerikan Dolarına çevirdiğimizde sadece iki dolarcık kar etmiş olduğumuzu anladık. Onca zaman kaybı ve enerji tüketimine değmediği gibi, üç-beş parça satmak için bütün gün uğraşan o insanların kazanacağı iki kuruşa da göz dikmiştik. Bu Peru'daki ilk ve son pazarlığımız oldu.

Kapalı pazar alanından kendimizi dışarıya atıp şehrin dar sokaklarında ilerlemeye başladık. Sabit pazardan çıkmış olmamıza rağmen kaldırımlara yayılmış tezgahlarla şehrin merkezi hepten çarşı izlenimi veriyordu.


Tabelasında "SERVICIOS HIGIENICOS-Ducha caliente a toda hora" (TEMİZLİK HİZMETLERİ-Her daim sıcak duş) yazılı binanın önünden geçerken önce şaşırdım, yaşadıkları bu zor koşullar karşısında içim acıdı. Ama nereden geldiğimi ve bizdeki Türk hamamlarını hatırlayınca onların da çok değil, 20-25 yıl sonra bu zorunlu sefaletten kurtulacağı günlerin çabucak gelmesini diledim.


Sokaklara sinmiş sefalet, fakirlik, pislik içimizi öylesine kararttı ki, kasvetli bir ruh haliyle otel odasına döndük. Depresyonda gibiydik, ne daha fazlasını görmek, ne de parmağımızı oynatmak istemiyorduk. Akşam yemeğine kadar yatıp uyuduk. Uyandığımızda o karanlık ruh hali dağılmış ama yerini Adriana'da ağır bir baş ağrısına bırakmıştı.

Cusco deniz seviyesinden 3416 metre yükseklikle Amerika kıtasının en yüksek noktalarından, dolayısıyla "yükseklik hastalığı"na davetiye çıkarıyor. Yükseğe çıktıkça havadaki oksijenin parsiyel basıncı azalır, belli yüksekliklere gereğinden hızlı çıkıldığında vücuda yeterli oksijen alamamamıza neden olurmuş. Belirtiler genelde ilk 48 saat içinde başağrısı, mide bulantısı, kusma, iştah kaybı, nefessizlik hissi, uyku bozuklukları ile kendini gösteriyor. Daha önce 900 metreden aşağıda yaşayıp hızlı bir şekilde 2000 metrenin üzerine çıkanların, çocukların, bebeklerin, regl dönemindeki kadınların, vs. yükseklik hastalığından etkilenme ihtimalleri daha fazla. Dolayısıya Cusco'ya bizim gibi uçakla gelenler bu nahoş duruma daha açık.

Aslında yolculuğumuz öncesinde yüksekliğe karşı Diamox denen bir hap almamızı tembihleyen çok oldu, ama bir şekilde zamanımız olmadı, belli ki ciddiye almadık. Birgün sizin de yolunuz buralara düşerse siz siz olun hapınızı Cusco'ya gelmeden alın. Cusco'da bu ve yüksekliğe karşı daha birçok hap mevcut ama tane hesabıyla ve inanılmaz yüksek fiyatlara satılıyor. Yanlış hatırlamıyorsam Cusco'da tek bir hapı bundan beş sene önce yaklaşık 15 dolara satıyorlardı.

Yükseklik hastalığına karşı ayrıca şunları uygulamalıymış:

* Ağır ve aşırı yemeklerden, gazlı içeceklerden, sigaradan uzak durun. Karbonhidrat açısından zengin, yağ oranı düşük, yüksek enerjili besinlerden azar azar ve sık tüketin. Vücudunuzun alışık olmadığı değişik yemeklerden kaçının.

* Vücuda yeterli su sağlamak için günde 2-3 litre su ve bol bitki çayı tüketin. Yemeklerden sonra limonlu sıcak "mate" çayı, geceleri ise "manzanilla" (papatya) ya da "anís" (anason) çayları için. Gün içinde birkaç damla limon sıkılmış sıcak ve çok yoğun "coca" çayı için, coca yaprağından üretilmiş şekerler, kekler ve çikolatalar tüketin. Bunları uyumadan önce almamaya özen gösterin.

* Yanınızda "coramina glucosada" denen, reçetesiz herhangi bir eczaneden temin edebileceğiniz pastillerden bulundurun. Kötü hissettiğinizde ağzınıza bir pastil atın, kısa sürede düzeleceksiniz.

* Dinlenin ve mümkün olduğunca uyuyun.

* Tüm bunlara rağmen hala rahatsızsanız bir doktora danışın ve gerekmesi durumunda bazı otellerde, eczanelerde ve hastanelerde bulabileceğiniz oksijen takviyesi alın.

Adri'nin baş ağrısı, açlık, yemek mevzu bahis olunca duyduğumuz tiksinti gibi hepsi birbirinden kötü duygularla cılız ışıkların aydınlattığı Cusco sokaklarına çıktık.


Bir eczane bulup tavsiye ettikleri ilaçları aldıktan sonra, açlığımıza çare olacak bir yer aramaya koyulduk. Sabah sabit pazarda gördüğümüz manzaralardan sonra içimiz restoranda yemek yeme fikrini kaldırmadı.. Çözümü ana cadde üzerinde parlayan, açılışı bir gün önce yapılmış tiril tiril bir pastanede bulduk.

Adri'nin gözlerinden yaşlar akıtan baş ağrısı, yardımsever garsonların gözünden kaçmadı.. Ona bol coca yaprağı çiğnetip, yanında da sıcak coca çayı verdiler... Bütün gün kokusundan yakındığımız coca yaprağının derdimize derman olacağını nerden bilirdik :)


Doğal olarak yiyebileceklerimiz tatlılarla sınırlıydı..


Ve tabii kesmeyince de üstüne bol bol chirimoyalı ve papayalı dondurma yedik.


Dünyanın en çok ziyaret edilen yerlerinden Machu Picchu'ya 88 km. mesafedeki Cusco gelen turistlerin kalabileceği yegane yer olmasına rağmen, zengin bir sosyal hayata sahip değildi. Pastane çıkışı otele dönmek üzere dışarı çıktığımızda, saat henüz 23:00 bile değilken sokaklar tenhalaşmıştı. Köşebaşını tutan dilenciler dışında sokaklarda tek tük insan vardı.


Biraz korkudan, biraz yorgunluktan ülkenin minyatür taksilerinden birine atlayıp otele döndük.


Cusco'da kaldığımız dört gün boyunca aynı pastanede sabah, öğle, akşam tatlı, pasta ve dondurmadan ibaret menümüz şimdi kulağa korkunç gelse de, o şartlar altında bayıla bayıla yedik. Ama tavsiyem, siz Peru ve benzeri yerlerde üzümü yiyin bağını sormayın.. Bizim gibi tatlıya muhtaç olmayın..

26 Kasım 2011 Cumartesi

Herathera - Amara Addu Island Resort

Her şerde bir hayır vardır demişler. Adada düzenlenen SAARC Zirvesi sayesinde, çekilen onca sıkıntı sonrası atolümüz yeni bir resorta kavuştu! Addu (Seenu) Atol'e bağlı Herathera Adası'na kurulan Amari Addu Island Resort, ya da öbür adıyla Herathera Island Resort. Bizim evin bulunduğu Hithadhoo'dan sürat motoruyla 25 dk. mesafede.


Son zamanların en güzel gelişmesi buydu diyebilirim. Üstelik ne asla gücümüzün yetmeyeceği harikulade Shangri La Vilingili kadar pahalı, ne de olsa olsa arada yemek yemeye, içki içmeye gitmek isteyeceğimiz Gan'deki Equator Village kadar pejmürde.

Eskiden doğumgünlerimde yüksek beklentiler içine girer, beklediğimden sönük olursa suküt-u hayale uğrar, bozulurdum. Çevremdeki yetişkinlerin söz konusu kendi doğumgünleri olduğunda takındıkları umursamazlığa da şaşardım. Artık doğumgünlerinin benim için de pek önemli olmaması yaşlandığımın göstergesi galiba. Yanlış anlamayın, doğumgünlerimin unutulmasını, kutlanmamasını ben de istemem. Sadece beklentilerim küçüldü. İki öpücüğe, bir çiçeğe tav oluyorum artık. Eh artık onca hediyeden, kutlamadan sonra zamanıydı, yaş 35 yolun yarısı..

15 Kasım doğumgünümdü. Doğumgünü hediyemse Amari Addu'da bir akşam yemeği.. Maldivler'in tüm sıkıntısına rağmen, bu beklentilerimin çok üzerinde, belki de hayatımın en huzurlu, en güzel doğumgünüydü.

Dedim ya, sırf SAARC Summit konuklarına yetiştirebilmek için alelacele yaptılar açılışı. Kumsalın temizliği hala devam ediyordu. Sessiz sedasız çalışan personele rağmen, bizden başka kimsenin olmadığı barda uçsuz bucaksız okyanusa karşı buz gibi biralarımızı yudumlamak..



Denizin üzerine eğilmiş palmiye ağacına kurulu bir hamakta güneşi batırmak...




Ve karanlık bastırıp yavaş yavaş ışıklar yanarken hiçbirşey düşünmeden, orda öylece oturup seyretmek hayalini kuramayacağım kadar kusursuz bir hediyeydi.



Sırf o akşamı yaşamak için bile son üç aydır yaşadığımız sıkıntıya değdi diye geçti aklımdan... Bu nefis doğumgünü kutlaması için aşkıma ne kadar teşekkür etsem az.

Tabii bir de kapanış olarak kendimi kaybettiğim için fotoğraf çekmeye fırsat bulamadığım akşam yemeği vardı. Aylar sonra dondurulmamış, taze et yemek çok iyi geldi. Son üç aydır hiçbirşey bulamadığımız bir "görmemiş" hayatı yaşayınca, fazladan aldığımız poğaçaları ve kepek ekmeklerini çaktırmadan çantaya sokuşturduk. Bizi iki gün boyunca idare etti :)

24 Kasım 2011 Perşembe

Zin ile İn'in oyunları

Zamira temizlik yapmaktan, bense yalapşap temizliğinden hiç hoşlaşmasak da, ikizlere tek başına bakmak zorunda olduğundan o bana, daha iyi birini bulmaya ne zamanım ne mecalim olmadığından ben ona mecburuz.

O da, Maldivler'deki ezici çoğunluk gibi boşanmış. sebep kocasının başka bir kadınla daha evlenmek istemiş olması. Şimdilerde adam öbür kadından da boşandığı için tekrardan kavuşma planları yapıyorlar. Anlayacağınız, kanı kaynayan ada insanının üzerine müslümanlık örtüsü örtülünce burada evlilik, "ilişkileri" yaşandıkları süre boyunca resmileştirmek için tercih edilen bir yönteme dönüşmüş.

Zamira o gün de, defalarca uyarmama rağmen ev temizliğini kısa kesmiş ve kendisini sineklerden dolayı hiç çıkamadığımız bahçemizin temizliğine vermişti.. Yaz tatiline girmiş olan ikizleri de, ona otları yolarken yardım etmeye gelmişlerdi. Meğer yaz gelmiş de, bu farklı dünya coğrafyasında biz yağmurlardan farkedememişiz.

"Bana Zin, ona da İn diyebilirsin" dedi çocuklardan birisi. Asıl isimleri Mazin ve Main. Birbirlerinin aynadaki yansıması gibi değiller mi?


Derken, meyve yarasalarının çok sevdiği ve asla dalında olgunlaşıp pembeleşmelerine müsaade etmediği "jambrol"ler şahane olunca, temizlik gibi otlar da hikaye oldu...


Zamira kalan tek tük "jambrol"leri toplar, çocuklar tadarken...


Günlerdir bahçenin bir köşesinde duran içi hala yağmur sularıyla dolu oyuncak kum kalıpları ilişti gözüme..


Hoşlanacaklarını düşünerek onlara el edip kalıplara yöneldim. Hızla peşimden geldiler. Kalıpların yağmur suyuyla dolu olduğunu gören Zin, dünyanın en ciddi edasını takınarak konuşmaya başladı.. Bir daha da hiç susmadı :)


"Olmaaaz... Biz yağmur sularıyla oynamıyoruuuz.... Çünkü sivrisinekler tatlı suyu çok sever ve yağmur sularının içine yavrularını bırakırlaaar." (Bunu okulda öğrenmiş olmalı)

"Sonraaa o yavrular büyür ve bizim kanımızı emmek ister. Bak, işte burdalar!" (Heyecanla etrafında uçuşan sinekleri göstererek)

"Onlardan korunmanın en kolay yolu sakinceee, kıpırdamadan beklemek, aynen böyle.." (Sineğin konmasını bekler)


"Burası çok önemli! Sivrisinek konduğunda, daha iğnesini batırmadan vurup onu öldürüyoruz." (Bunu okulda öğretmedikleri kesin)


"Actually it's a very funny game!" (Aslında bu gerçekten çok zevkli bir oyun!) diyordu parmağındaki ölü sineği gösterirken..


"Ve işte bir tane daha.."


Kısık sesle "Bazen de onları yakalıyor ve avcumuzun içine hapsediyoruz. Havasızlıktan ölüyorlar!" dedi. Burda bizim de küçükken aynı şeyi karasineklerle yaptığımızı, ama onların ısırmadığını hatırladım.. Bunu uygulamalı olarak yapıp avcunun içindeki başarısını gösterdi.. Önceden öldürdüğü diğer sineğin leşi de hala ayasındaydı.


"Another funny game is.." (Bir diğer zevkli oyun da..) diye devam ederek son olarak flip floplarla sivrisinek avlama numarasını gösterdi..


Hazır tatildelerken anneleriyle daha sık gelmeleri için sözleştik. Onları iki gün sonra çizgifilm sözüyle tavladım. Anneleri Duru uyanınca arayıp çağıracak, onlar da yakındaki evlerinden yürüyerek geleceklerdi.

İki gün sonra -bugün- şiddetli yağış nedeniyle Zamira'yı beklemiyorken kapıda beliriverdi. Sokaklardaki onca su birikintisine rağmen nasıl gelebildiğine şaşırmış, bir taraftan da biriken ütüler bitecek diye sevinmiştim. Yine de bir daha böyle hava koşullarında gelmemesini, işin sağlığından önemli olmadığını söyledim. Sizce ne yaptı????

23 Kasım 2011 Çarşamba

Yer gök su

Bandos'dan Addu'ya dönüş için "attan inip eşşeğe binmek gibi" demiştim ya, az bile söylemişim. Geldik geleli, yani neredeyse 10 gündür yağmur yağıyor.. Hele son iki gündür sanki gök yarılmışçasına durmak bilmiyor..



Geldiğimden bu yana genelde günde bir, nadiren de daha sık yağan yağmurların süreleri de ortalama yarım saati pek geçmezken bu seferki ezberi bozdu. Hani Kasım başında bitiyordu bu yağmurlar??? Ne kadar yağmur o kadar sivrisinek denklemini artık biliyorsunuz. Mecbur kalmadıkça dışarıya çıkmıyoruz.

Nihayet dün buzdolabı boşalmaya yüz tutunca bakkala gitmek gerekti. Yağmurun ara verdiği bir anı gözleyip, sinekkovar spreylere bulanarak dışarı attık Duru'yla kendimizi.


Ama bahçe kapısını açtığımda karşılaştığımız manzara tokat gibi çarptı suratımıza. Sokaklar göl olmuş, tek bir adım bile atılacak gibi değildi..


Bahçe de sineklerden durulacak gibi olmayınca, günlerdir dışarıya çıkmayan Duru'yu gerisin geri eve sokmak kolay olmadı. Mecbur Akman'ın gelmesini bekledik alışverişe çıkmak için. Ancak arabayı bahçe kapısına sıfırlayıp binebildik.


Günlerdir dört duvar arasında kalınca alışveriş sonrası eve dönmek gelmedi içimizden. Akşam üzerleri Maldivler'de adet olduğu üzere, %95'i ton balıklı ve son derece acı börek çeşitlerinden oluşan "short-eats" yemek için bir cafeye girdik. Maldivliler, ikindi kahvaltısı diyebileceğimiz günün bu öğününü çok seviyorlar. Seçme şansınız yok.. Allahtan acı ile bir meselemiz yok da, önümüze ne koyarlarsa yiyoruz.


Hazır çıkmışken biraz da hava alalım dedik. Burada gel-git olayı her zaman çok belirgin olsa da dünkü kadar şiddetlisini hiç görmemiştim daha önce. Sular çekilmiş, denizin 200-300 metre açıkta normalde sığ yerleri yükselmiş...


Kumsallar açılmış...


Yosunlar ortaya çıkmış ve üzerinde insanların balık tuttuğu adacıklar oluşturmuştu..



Çok güzel ama bir o kadar da ürkütücü manzaralardı bunlar. İnsan okyanusun ortasında, deniz seviyesinden en yüksek noktası bir metre olan bir adada yaşayınca, doğanın ne kadar güçlü olduğunu görmek korkutuyor.

Avrupa Birliği'nin bu sene hazırladığı, bugüne kadarki en kapsamlı ve ciddi iklim raporunda diğer birçok felaket teorisinin yanısıra, küçük ada ülkeleri için en büyük tehdidin yükselen deniz sularının istilası olduğu söylenmiş. Bu "git"in "gel"i de bu kadar şiddetli olduğu gün, rapor gerçekleşmiş demektir :)

Maldivler için ezelden beri 20 yıl içinde sular altında kalacak dense de buranın halkı bu bilgiye hiç itibar etmiyor. Ya da belki çaktırmadan inanıyor da ondan bunca vurdumduymazlık :)

22 Kasım 2011 Salı

Anggerik Spa

Tekrardan Addu'ya ve sıkıcı yağmurlarına dönmüş evde pineklediğimiz şu günlerde Anggerik Spa günlerimi hatırlayıp o anları tekrar yaşamak güzel olacak...

Duru'yu son anda uyutup resortun bebek bakıcısı Lili'ye emanet ederek, masaj randevüsüne yetişmek için hızlı adımlarla Anggerik Spa'ya yürümeye başladım. Odadaki tanıtım broşüründe, avludaki jakuzide rahatlamak için masaj saatinden yarım saat önce gelinmesi öneriliyordu. Havadaki nem sıcağı olduğundan da fazla hissettiriyor, kalanca enerjimi de tüketiyordu. Jakuziye girdiğim anın hayaliyle ayakta tuttuğum son enerji kırıntılarıyla Spa'nın kapısından girdim. Nazik tavırları, kibar gülümsemeleri, tiril tiril giyimleriyle, Endonezyalı olduğunu öğrendiğim çarpıcı güzellikte kızlar karşıladı beni.


Masaj randevumun yarım saat sonra olduğunu duyunca beklemem için bana bir koltuk gösterdiler. Gözüm aralık avlu kapısından cennet gibi gözüken jakuzili avluda, istemeye istemeye iliştim koltuğa.


Tepside getirdikleri bir bardak soğuk sudan çok, elimi yüzümü silmem için yanında verdikleri nefis kokulu, buz gibi ıslak mendile tav oldum..


Islak mendilin etkisi geçince, nihayet bunca koşturma yarım saat bu koltuk köşesinde beklemek için olmamalı diyerek odaya bıraktıkları broşürden hareketle alacağım cevaptan emin, kızlara jakuziyi kullanabilir miyim diye sordum. Boş zamanların altın değerinde olduğunun bilincinde, iki senelik "en hızlı şekilde hareket etme" tecrübesine sahip bir anne olarak, soru ile jakuzi arasında geçirdiğim sürenin en fazla iki dakika olduğunu sanıyorum :)


Resort dahilinde olmasına rağmen, adanın iç kısmında kalabalıktan uzak konumuna bir de dekorasyonunda kullandıkları ince detaylar eklenince, huzur dolu bağımsız bir mekan olmuştu burası.


İki senedir süren ve bir süre daha süreceğe benzeyen çılgın koşturmaca, talihsizlikler... Hepsinin sonunda böyle bir hediyeyi haketmiştim diye geçirdim içimden.. Jakuziye girip etrafımı saran huzuru kaydetmek ve daha sonra hatırlayıp tekrar tekrar yaşamak için seyretmeye koyuldum..

Sessizliği sadece kuş seslerinin, yusufçuk vızırtılarının ve şıkır şıkır akan su sesinin bozması ne kadar eşsiz bir duyguymuş.. Benzerini en zon beş sene önce Nepal, Pokhara'da yaşamıştım, unutmuşum..


Tüm bunların yanısıra avlunun çeşitli köşelerine yerleştirilmiş zarif tahta kuşlar..



Ve birbirinden güzel ağaç kütükleri birarada öyle uyumlu bir dekor oluşturuyordu ki...



İçinde bulunduğum ortamın hiçbirşeye değişmeyeceğim kusursuzluğuyla mest olmuş bir şekilde, avlunun bir köşesine iliştirilmiş şu sevimli salıncağa dekordan öte bir işlevi yakıştıramadım. Şimdiye kadar onu jakuziye tercih edecek bir müşteri çıkmış mıdır acaba diye düşünmekten alamadım kendimi.


Ben bu duygular içinde salınırken kızlardan birisi yanıma gelip masaj odasının hazır olduğunu söyledi.. İçimden "Ben masaj almayayım.. Siz iki saatlik masaj ücretini burada geçireceğim iki saate sayın" demek geldiyse de herşey söylenmiyor tabii..

Herşey detaylarda gizlidir diye boşuna dememişler. Herbiri bir kulübe şeklinde düzenlenmiş masaj odalarının kapıları önündeki su dolu mermer ayaklar içine koyulmuş frangipaniler, hibisküsler ve odaya girmeden önce müşterilerin ayaklarını yıkamak için kapının hemen yanına iliştirilmiş buz gibi suyla dolu bakır leğenler, rüyanın hala devam etmekte olduğunu anlamamı sağlayarak, yeni duruma adapte olmama yardımcı oldu.




İlk kez tecrübe edeceğim 90 dakikalık Thai masajın daha önce çok methini duymuştum. Ben yüzükoyun yatmış, simit şeklindeki yastığın boş kısmından hoş kokulu frangipanilerin güzelliğini incelerken...


Masör kız dizlerinin üzerinde tıpkı bir kedi gibi üzerime çıkıp yavaşça yürümeye başladı. Biran beni nasıl bir masajın beklediği konusunda endişelenip, acaba fazla mı sert olacak diye düşündüm. Ama zaman ilerledikçe mest olmanın kelime anlamını öğrendim. Thai masajı övenler az bile söylemişler.

"Streching" (gerici) masaj olan Thai masajı, diğer masajlardan farklı olarak kolları, bacakları, bedeni aksi yönlere gererek insanı inanılmaz rahatlatıyor. Bunun yanısıra kasıklar, göğüs, popo, kuyruk sokumu gibi özel bölgeler de dahil vücudun bazı noktalarına uzun süreli ve yoğun şekilde baskı uygulayarak yapılan bu masajı hemcinsinizden almak isteyebilirsiniz. Şahsen masajı yapan kişi erkek olsa ben bu kadar rahat edemezdim diye düşünüyorum. Seks turizmiyle ünlü Thailand'ın bu muhteşem masajı bu amaca alet etmesi şaşırtıcı gelmedi bana. Suistimale (ya da bazı durumlarda arz-talebe) çok açık.

90 dakika ya bitmek bilmezse diye başlayıp, nolur hiç bitmesin diye diye sonunu ettiğim masajın ardından getirdikleri zencefilli çayımı alıp yeniden avluya çıktım. Hafiflemiş olarak bir yandan sessizliği dinliyor, bir yandan da avluyu çepeçevre saran suyun içindeki kedi balıklarını seyrediyordum.



Zamanın durmasını istediğim, ama ardımda bıraktığım uyandı uyanacak bir bebek olunca ne kadar hızlı aktığını damarlarımda hissettiğim çok acıklı bir çay faslının sonunda Anggerik Spa'ya o günlük veda ettim.

İzleyen günlerde değişiklik olsun diye, sözümona "relaxing" (rahatlatıcı) dedikleri Bali ve Swiss masajlarını deneyip, Thai masajın yanından bile geçemeyen bu masajlar karşısında hayal kırıklığı yaşadım. Ama buna rağmen, Anggerik Spa'ya kusursuz atmosferi ve hizmeti sayesinde içimdeki masaj aşkını ortaya çıkardığı için teşekkür borçluyum. Eskiden yeni yerler görürken yeni tatlar da denemekten ibaret tatil anlayışıma, eğer doğru yerdeysem herşeyden önce masaj fikri eklendi şimdi.