26 Ekim 2011 Çarşamba

Cusco sabit pazarı

Nihayet tezgahları pazar yerinin dışına kadar taşmış Cusco sabit pazarını (Mercado Central de Cusco) bulduğumuzda, susuzluktan dilimiz damağımıza yapışmıştı..


Pazarın hemen girişinde, yüksek bir platform üzerine kurulmuş oturan bu yaşlı yerli kadının sattığı şeyin peynir mi, öbeklenmiş tuz mu, yoksa başka bir şey mi olduğunu anlayamadık. Anlamak için harcadığımız yoğun çaba da onun sadece yerli dili konuşması nedeniyle ortak bir dilde buluşamamızdan dolayı sonuçsuz kaldı.


Üzeri yer yer teneke plakaları ve tenteler gerilerek kapatılmış bu kocaman pazar yeri, satılan ürünlere göre bölümlere ayrılmıştı. Bizim girdiğimiz kapı sebze bölümüne açılıyordu.





Sayısız meyve tezgahlarından birinde, ismini bilmediğimiz çeşit çeşit tropik meyve ve dev aloe veralar arasından seçtiklerimizden şip şak hazırladıkları sıkma meyve sularıyla susuzluğumuzu giderdikten sonra gezmeye devam ettik.


Ortalık ilerleyen saatlerde ne kadar ihtiyaç duyacağımızı henüz bilmediğimiz coca yaprağının o yoğun, ağır, yağlı, nahoş kokusuyla kaplıydı. Satıcı kadınların çocukları sebze kasaları arasında kendilerine oyun alanları yaratmışlardı.


Tezgahlar arasında ilerledikçe manzara yavaş yavaş değişmeye, sebzeler yerini baharatlara..


kurutulmuş balık yumurtalarına...


Ve derken şarküteriye bırakmaya başladı. Tam yerlere yayılmış örtüler üzerindeki sebzeleri "nasılsa yıkanır, temizlenirler" diye hazmetmiştik ki, peynirleri de aynı durumda görünce iştahımızı yavaştan kapanmaya başladı..


Ama biz asıl şoku etlerin satıldığı bölümde yaşayacaktık. Temizlikten nasibini almamış kanlı tezgahların üzerinden yerlere sarkan lime lime etleri...


Tavukları...


İşkembeleri, kelleleri...


Ve nihayet etrafında köpeklerin ve sineklerin fink attığı, yere uzanmış domuz leşini görünce bizde şafak attı.


Az ilerde tatlı tatlı gülümseyen domuz kellesi ortamı yumuşatmak bir yana, bizi daha da beter etti.


Şehrin tek alışveriş mekanının burası olduğunu ve hangi restorana gidersek gidelim ana malzemenin buradan çıkacağını kavramıştık.. Bu durum gezmeyi yeni lezzetler denemek olarak algılayan, pek yemek seçmeyen, herşeyden iğrenmeyen, benim gibi pis boğaz bir insanda bile iştah kaçmasına yol açtı.. Kafamızda akşam yemeğinde ne yiyeceğimize dair koskoca bir soru işaretiyle kendimizi yemek tezgahlarından uzağa atmak için hızlı adımlarla kıyafetlerin satıldığı bölüme yöneldik...

20 Ekim 2011 Perşembe

Mercanlar - II

Denizin dibine kıyıdan kıyıdan da olsa bir ziyaret yaptık nihayet.. Kumsaldan 100 metre kadar açılınca alabildiğine bembeyaz kumun üzerinde aralıklarla kahverengi, top gibi şeyler gördüm.. Kumsaldan yuvarlanan hindistan cevizleri herhalde diye düşünmeye başlamıştım ki, az ilerde bunların çok daha büyükleri ilişti gözüme. Açığa gittikçe ebatları büyüyor, şekilleri yuvarlak kalmakla beraber kıvrımlar kazanıyordu.


Sonradan bunların "brain coral", yani beyin mercanları olduğunu öğrendim. Üzerindeki girintili çıkıntılı şekilleri insan beynini anımsatan, kahverengi, çirkince mercanlar. Ama bunların üzerine tutunmuş çeşit çeşit diğer mercanlar görülmeye değerdi. Bir de bunların aralarında yüzen muhteşem renklerde, irili ufaklı balıklar vardı tabii.



Ağaç formunda, gövdesi kahverengi, uçları fosforlu mavi mercanı gördüğümde, nefesim kesildi. Yanımdaki Hintli arkadaş beynimi okumuş olsa gerek, mercanın dallarından küçük bir parça koparıp bana uzatıverdi!


Denizden çıkardığımız andan itibaren çok ağır bir koku yaymaya başladı ortalığa. Yıkadığımda geçer diye düşündüm.. Çantamın en güvenli yerine koyarak itinayla eve getirdim. Yıkayıp mercan hazinemin yanına iliştiriverdim...


Üstünden günler geçmesine rağmen hala kokuyor, ama daha da kötüsü o nefes kesici fosforlu mavi uçları da, gövdesi de renklerini kaybediyor giderek. Siz siz olun bu güzellikleri denizden çıkartmayın. Anlaşılan o ki sudan çıktıklarında beyazlaşıyorlar. Zaten sahilden topladığım mercan kırıkları, bazılarının üzerinde aşınmış renkler olsa da, beyaz ağırlıklı hep.


Tespitimi destekleyen bir diğer şey de yine sahilde bulduğum küçük, yuvarlak beyaz mercanlar...


Burada denizin dibinin alabildiğine beyin mercanı olması ve elimdeki bu mercanların da tıpkı onlar gibi yuvarlak formlu olmaları bana bunların yavru beyin mercanları olduğunu düşündürüyor


Suyun dışına çıkınca koyu renklerini kaybetmiş, kireç gibi beyaz bir görünüme kavuşmuşlar sanki.



Şimdilik Maldivler'deki evimizin mutfak penceresini süsleyen bu güzelim mercanlar çoğaldıkça endişem de artıyor.. Ben bunları TR'ye götürebilecek miyim?

Cusco sokaklarından

Küçükken dümdüz, kömür gibi simsiyahtı saçlarım. Beş-altı yaşlarındaydım. Dayım acımasız espri anlayışıyla, hep aynı hikayeyi anlatıp kandırırdı beni; Benim asıl annem babam kızılderiliymiş, Türkiye'ye turist olarak gelmiş, eşşekten düşmüş :) ve ölmüşler. Onun üzerine şu anki anne babam beni evlatlık almış. Kızılderili annem ölmeden bunlara bir kolye vermiş, ama bana ancak 18 yaşıma gelince verilecekmiş... Adım mı? Apachiymiş :)))

Bu feci eşşek şakasına bir yanım inanmayadursun, diğer yanım hep acaba dedi durdu. Belki bu yüzden, küçükken en sevdiğim filmler kızılderili filmleriydi. Kemikli yüzleri, keskin hatları, dümdüz simsiyah saçlarıyla insan ırkının en güzelleri onlar diye düşünürdüm. Hele o tüylü kıyafetleri.. Ömrümde bu güzel insanlardan en azından bir tane görmeliydim ben..

Yıllar sonra iş için gittiğim Amerika kıtasında yerel bir tatili değerlendirmek üzere alelacele programlandı Peru gezisi. Beş günü değerlendirmek için İnkalar'ın diyarı Machu Picchu'dan daha isabetli bir yer gelmedi aklımıza bu devasa kıtada.

O dönem İspanya'da yaşıyordum. Peru'nun Malaga'daki fahri konsolosluğuna gidip yarım saatte almıştım vizemi.. Vize dediysem, A4 fotokopi kağıdına basılmış minnacık bir bilgisayar yazısı :)))) Şu an İstanbul'da olan eski pasaportumdaki o vizeyi en kısa zamanda fotoğraflayıp buraya koymak boynumun borcu olsun.

Ziyaret edeceğim diğer tropik ülkeler de eklenince sarı humma, kolera, malaria, tifo ve daha adını hatırlayamadığım bilimum aşıyı yaptırmam gerekti. İyi ki de yaptırmışım dedim sonra.

Machu Picchu'ya en yakın yerleşim olan, 80 km. mesafedeki Cusco'nun havaalanına indiğimizde pırıl pırıl bir güneşle serin bir ilkbahar havası karşıladı bizi. Havaalanının çıkışında dokunsanız dağılacak izlenimi veren, minnacık külüstür taksiler bekliyordu. Daha önce hiç bu boyutta bir araba görmemiştim. Şaşkın şaşkın bindiğimiz taksi, şehirden ziyade kasaba havası veren Cusco'nun arnavut kaldırımlı yollarında sallana sallana ilerlemeye başladı..


İnkalar zamanında imparatorluğun başkenti olan Cusco, İspanyolların yağmalamaları sonucu ne yazık ki orjinal mimarisinden bugüne hiçbirşey getirememiş. İspanyollar şehri ele geçirdiklerinde kutsal yapıların altın kaplamalarını sökmüş, taşlarını da yeni yapılarda kullanmışlar. Yine de İspanyol mimarisinden etkilenmiş, taksiden gördüğümüzle sınırlı Cusco, balkon ve pencereleri ahşap süslemeli, az katlı mütevazi binalarıyla insanın içini ısıtıyordu.


İki katlı, geniş avlulu otelimizin karanlık ve tozlu odasına vardığımızda hızlıca üstümüzü değiştirip kendimizi yeniden renkli binaları ve arnavut kaldırımlarıyla Cusco sokaklarına attık..


Oldukça küçük olan şehrin bir iki önemli caddesi gelip eninde sonunda merkezdeki geniş meydanda kesişiyordu.


Büyük olmasına rağmen üzerine çökmüş bakımsızlıkla tüm gösterişini yitirmiş meydan, bir cephesini tamamen kaplayan büyük kilise ve bir iki alelade restoranın ikamet ettiği iki katli binalarla çevriliydi.


İlerlediğimiz sokakların kaldırımları yanyana çömelmiş sohbet eden insanlarla doluydu. Çoğu zaman önlerinde duran çuvallar ya da kapalı bohçalar, satıcı mı yoksa yoldan geçerken oracığa çömelmiş dinlenen vatandaşlar mı oldukları konusunda muallakta bırakıyordu insanı.


Gelelim onca zaman merakla görmeyi beklediğim İnkalar'ın bir zamanlar insan güzeli olduklarını sandığım torunlarına.. Güney Amerika'nın diğer bir çok ülkesindeki insan profili Avrupa'nın beyaz ırklarıyla karışmış, İspanyol, İtalyan, Alman vs. kökenli melez bir ırk olsa da, buranın insanları hiç melezlenmemiş, adeta Inkalar'ın kanını saf bir şekilde günümüze kadar getirmişlerdi.. Aklıma kazınmış kavruk renkleri, çıkık elmacık kemikleriyle sert yüz hatları aynı filmlerdeki gibiydi..


Ama gerisi koca bir kamera hilesiymiş meğer! Hani ne yalan söyleyeyin, atlarının üzerinde rüzgar gibi uçan, düşmanının kellesini bir hamlede uçuran ya da cırt diye derisini yüzüveren o vahşi yerlilerin biraz daha cüsseli olmasını bekliyordum. Ortalama 1.50 boyundaki bu minik insanlar kızılderililere dair hayallerimi yıktı geçti :)



Şehrin sokaklarını karış karış dolaşıyor, arkadaşlarımızın muhakkak gitmemiz gerektiğini söyledikleri sabit halk pazarını arıyorduk. Orada aradığınız herşeyi çok uygun fiyatlara bulursunuz, sakın orayı görmeden alışveriş yapmayın demişlerdi...


Geçtiğimiz sokaklar hiçbirşeye benzemeyen, keskin, yağımsı, ağır aromasıyla buram buram coca yaprağı kokuyordu. Adımlarımız bizi yavaş yavaş sabit pazara yaklaştırırken, her yere sinmiş sefalet, fakirlik, toz ve pislik de, biz farkına bile varmadan ruhumuza işliyordu.

17 Ekim 2011 Pazartesi

Peru'ya geç kalmış bir merhaba!

Bloğun izleyici sayısı henüz beşi geçmese de, ben kendini göstermeyen izleyici sayısının onlarca olduğu ve geri kalan milyonların da burayı birgün keşfedecekleri inancıyla Peru'ya açılıyorum :) Bir gün Maldivler'den birgün Peru'dan yazıyorum sanmayın.. Yerim belli, Sivrisinek Cumhuriyeti...

Bu sadece taa 2007 senesinden beri sabırla bekleyen Peru'ya geç kalmış bir borç.

İnkaların nefes kesici, ihtişamlı "Yaşlı Dağı"; "Machu Picchu"...


Sessiz sakin, dingin lamaları...


Lamaların hayat verdiği cıvıl cıvıl renkleri...


Rengarenk yöresel giysileri...






Altın dişi sokaktaki cansız mankenlere dahi yapacak kadar seven :)..


Katıksız,


Safkan yerlileri..


Coca uyuşturucu değil deseler de, mis gibi de uyuşturan coca yaprakları..


Dini törenlerinde kullanmak üzere sattıkları, oraya buraya asılmış hayvan kuruları..


Ve annelerinin asırlardır sırtlarında taşıdığı..


Dünyalar güzeli çocuklarıyla..


Amerika kıtasının zirvesindeki ülke; Peru! Bir daha görüşürmüyüz bilemem, ama sen o gün bugündür kalbimin en derinlerinde yaşıyorsun. Geçen dört seneye rağmen hatıralar capcanlı.. Hakkında yazacak çok şey var..