20 Ekim 2011 Perşembe

Cusco sokaklarından

Küçükken dümdüz, kömür gibi simsiyahtı saçlarım. Beş-altı yaşlarındaydım. Dayım acımasız espri anlayışıyla, hep aynı hikayeyi anlatıp kandırırdı beni; Benim asıl annem babam kızılderiliymiş, Türkiye'ye turist olarak gelmiş, eşşekten düşmüş :) ve ölmüşler. Onun üzerine şu anki anne babam beni evlatlık almış. Kızılderili annem ölmeden bunlara bir kolye vermiş, ama bana ancak 18 yaşıma gelince verilecekmiş... Adım mı? Apachiymiş :)))

Bu feci eşşek şakasına bir yanım inanmayadursun, diğer yanım hep acaba dedi durdu. Belki bu yüzden, küçükken en sevdiğim filmler kızılderili filmleriydi. Kemikli yüzleri, keskin hatları, dümdüz simsiyah saçlarıyla insan ırkının en güzelleri onlar diye düşünürdüm. Hele o tüylü kıyafetleri.. Ömrümde bu güzel insanlardan en azından bir tane görmeliydim ben..

Yıllar sonra iş için gittiğim Amerika kıtasında yerel bir tatili değerlendirmek üzere alelacele programlandı Peru gezisi. Beş günü değerlendirmek için İnkalar'ın diyarı Machu Picchu'dan daha isabetli bir yer gelmedi aklımıza bu devasa kıtada.

O dönem İspanya'da yaşıyordum. Peru'nun Malaga'daki fahri konsolosluğuna gidip yarım saatte almıştım vizemi.. Vize dediysem, A4 fotokopi kağıdına basılmış minnacık bir bilgisayar yazısı :)))) Şu an İstanbul'da olan eski pasaportumdaki o vizeyi en kısa zamanda fotoğraflayıp buraya koymak boynumun borcu olsun.

Ziyaret edeceğim diğer tropik ülkeler de eklenince sarı humma, kolera, malaria, tifo ve daha adını hatırlayamadığım bilimum aşıyı yaptırmam gerekti. İyi ki de yaptırmışım dedim sonra.

Machu Picchu'ya en yakın yerleşim olan, 80 km. mesafedeki Cusco'nun havaalanına indiğimizde pırıl pırıl bir güneşle serin bir ilkbahar havası karşıladı bizi. Havaalanının çıkışında dokunsanız dağılacak izlenimi veren, minnacık külüstür taksiler bekliyordu. Daha önce hiç bu boyutta bir araba görmemiştim. Şaşkın şaşkın bindiğimiz taksi, şehirden ziyade kasaba havası veren Cusco'nun arnavut kaldırımlı yollarında sallana sallana ilerlemeye başladı..


İnkalar zamanında imparatorluğun başkenti olan Cusco, İspanyolların yağmalamaları sonucu ne yazık ki orjinal mimarisinden bugüne hiçbirşey getirememiş. İspanyollar şehri ele geçirdiklerinde kutsal yapıların altın kaplamalarını sökmüş, taşlarını da yeni yapılarda kullanmışlar. Yine de İspanyol mimarisinden etkilenmiş, taksiden gördüğümüzle sınırlı Cusco, balkon ve pencereleri ahşap süslemeli, az katlı mütevazi binalarıyla insanın içini ısıtıyordu.


İki katlı, geniş avlulu otelimizin karanlık ve tozlu odasına vardığımızda hızlıca üstümüzü değiştirip kendimizi yeniden renkli binaları ve arnavut kaldırımlarıyla Cusco sokaklarına attık..


Oldukça küçük olan şehrin bir iki önemli caddesi gelip eninde sonunda merkezdeki geniş meydanda kesişiyordu.


Büyük olmasına rağmen üzerine çökmüş bakımsızlıkla tüm gösterişini yitirmiş meydan, bir cephesini tamamen kaplayan büyük kilise ve bir iki alelade restoranın ikamet ettiği iki katli binalarla çevriliydi.


İlerlediğimiz sokakların kaldırımları yanyana çömelmiş sohbet eden insanlarla doluydu. Çoğu zaman önlerinde duran çuvallar ya da kapalı bohçalar, satıcı mı yoksa yoldan geçerken oracığa çömelmiş dinlenen vatandaşlar mı oldukları konusunda muallakta bırakıyordu insanı.


Gelelim onca zaman merakla görmeyi beklediğim İnkalar'ın bir zamanlar insan güzeli olduklarını sandığım torunlarına.. Güney Amerika'nın diğer bir çok ülkesindeki insan profili Avrupa'nın beyaz ırklarıyla karışmış, İspanyol, İtalyan, Alman vs. kökenli melez bir ırk olsa da, buranın insanları hiç melezlenmemiş, adeta Inkalar'ın kanını saf bir şekilde günümüze kadar getirmişlerdi.. Aklıma kazınmış kavruk renkleri, çıkık elmacık kemikleriyle sert yüz hatları aynı filmlerdeki gibiydi..


Ama gerisi koca bir kamera hilesiymiş meğer! Hani ne yalan söyleyeyin, atlarının üzerinde rüzgar gibi uçan, düşmanının kellesini bir hamlede uçuran ya da cırt diye derisini yüzüveren o vahşi yerlilerin biraz daha cüsseli olmasını bekliyordum. Ortalama 1.50 boyundaki bu minik insanlar kızılderililere dair hayallerimi yıktı geçti :)



Şehrin sokaklarını karış karış dolaşıyor, arkadaşlarımızın muhakkak gitmemiz gerektiğini söyledikleri sabit halk pazarını arıyorduk. Orada aradığınız herşeyi çok uygun fiyatlara bulursunuz, sakın orayı görmeden alışveriş yapmayın demişlerdi...


Geçtiğimiz sokaklar hiçbirşeye benzemeyen, keskin, yağımsı, ağır aromasıyla buram buram coca yaprağı kokuyordu. Adımlarımız bizi yavaş yavaş sabit pazara yaklaştırırken, her yere sinmiş sefalet, fakirlik, toz ve pislik de, biz farkına bile varmadan ruhumuza işliyordu.

Hiç yorum yok: